8 Aralık 2025 Pazartesi

Ağaçların Sevdiği Adam


 "Ağaçların Sevdiği Adam"ı kimin tavsiye ettiğini anımsayamadım.  Ya not etmemişim, ya da belki kimse tavsiye etmemiş, bir yerlerde adı sebebiyle dikkatimi çektiği için okumaya karar vermişim.

İlk kez Algernon Blackwood'dan bir öykü okudum. Geçen yüzyılın başında gizem, gerilim alanında sayısız öykü yazmış. Bu öykü İngiltere'nin en az el değmiş ormanlarından birinin kıyısında yaşayan emekli bir adam (David) ile dindar karısı Sophie'yi konu alıyor. Bir diğer kişi ağaçları etkileyici şekilde resmeden Sanderson adında bir ressam. Blackwood bir ezoterik ve teozofistmiş. Kitapta ormanın canlı ve adeta bilinçli tek bir varlık olarak tasvirinde ve öykünün gerçeküstü ve büyülü atmosferinde bunun izleri kolayca görülüyor. Kitap genel olarak bir olaylar silsilesinden çok bir atmosfer tarifi. Bir yaz ve onu takip eden kış boyunca olanları anlatsa da büyük gelişmeler yok, daha çok Sophie'nin bakış açısından ve iç dünyasından olanları seyrediyor gibiyiz. Özetle Sophie'nin Tanrı'sı ve İncil'i, David'in ise ormanı var. Ormanın insanı büyüleyen ve ele geçiren adeta karanlık bir güç olarak resmedilmesi herhalde Blackwood'un bir icadı değil. Şahsen çok küçükken aynı temayı işleyen bir Brezilya masalı okumuştum. Öyküdeki orman karanlık ve hatta kötücül mü, yoksa bize Sophie'nin bakış açısından aktarıldığı için mi öyle sunuluyor, emin olamıyoruz. Bir yerde David ormandan döndüğünde karısına sararmış kayın yaprakları getiriyor armağan olarak. Sonbaharda ormandan kayın yaprakları toplayıp getiren ve genellikle onları değerini anlayabilecek birini bulup armağan edememenin eksikliğini yaşayan biri olarak kendimi bu öyküde David'in ve ormanın tarafında hissediyorum. 

Her şekilde etkileyici ve büyülü bir anlatı. Bulursam başka Blackwood öyküleri de okumak isterim.


7 Aralık 2025 Pazar

Kitap Listesi - Ağaç / Orman

Kurgu

  • Her Şeyin Hikayesi, Richard Powers
  • Dünyaya Orman Denir, Ursula K. LeGuin
  • Ağaçların Sevdiği Adam, Algernon Blackwood
  • Gılgamış Destanı (Gılgamış ile Enkidu'nun sedir ormanına gittiği bölüm)
  • Der Traum von einem Baum, Maja Lunde 
  • Yaşlı Ormanın Gizemi, Dino Buzatti
Kurgu dışı

  • Ağaçlar, Herman Hesse
  • Alıç Ağacı ile Sohbetler, Hikmet Birand
  • Ağaçların Gizli Yaşamı, Peter Wohlleben

Mor renkli kitaplar henüz okumadıklarım. 

6 Aralık 2025 Cumartesi

Bere



Uzun zamandır bere örmek istiyordum. Hatta bir kaç başarısız denemem de olmuştu. Çünkü ille de dört katlı çorap ipiyle örmek istiyordum ve bir türlü bu ipe göre bir tarif ve ölçü bulamamıştım. Nihayet yapay zekanın da yardımıyla özel olarak çorap ipine göre düzenlenmiş bir tarif buldum. Tarifi veren kişi ölçmeden, saymadan, motif takip etmeden metrelerce düz örgü, adeta bir zen terapisi vadediyordu. Kesinlikle haklı çıktı. Normalde ilmek ve sıra sayarak çorap ören biri olarak, bir şeyi mezura ile ölçerek örmek büyük bir lüksmüş, bunu farkettim. Rengini çok sevdim. Bordo-kırmızı zaten çok severim, örerken bordo bir renk terapisi gibiydi. Instagram'da paylaştığım arkadaşlar da rengi beğendi. Bitince hemen kullanmaya başladım, bloklama falan olmadığı için kimi ilmek hataları şimdilik göze görünüyor. Kullanıp yıkadıkça düzelir diye düşünüyorum.


 Biter bitmez bunun tığla örülmüş gülü eksik dedim, hemen onu da örüp kondurdum :)

4 Aralık 2025 Perşembe

In the Last Analysis



Amanda Cross’un (asıl adıyla Carolyn Gold Heilbrun) polisiye serisine neredeyse bir yıl önce kitaçıda rastlamıştım. Çok okumak istiyordum, ancak sıra geldi. ABD'li Carolyn Gold Heilbrun bir İngiliz Edebiyatı peofesörüymüş ve 1960larda Amanda Cross takma adıyla 15 kadar polisiye roman yazmış. Serideki baş kahramanı Kate Fansler adında bir kadın dedektif ve o da bir edebiyat profesörü. Kate Fansler, genellikle akademisyen ve feminist bir karakter olarak tasvir ediliyor, hikâyeler genellikle üniversite veya entellektüel çevrelerde geçen gizemleri konu alıyor; kaynaklara bakılırsa klasik polisiyelerden farklı olarak entelektüel yaklaşım, edebi motifler ve kadın sorunları ön planda. İşte seride ilgimi çeken de asıl bu. 

 Türkçe'ye sanırım henüz çevrilmemiş, en azından ben bulamadım.  Orijinali İngilizce, en azından ilk dört kitap Almanca'ya çevrilmiş. İlk kitap, In the Last Analysis, bir psikanalistin terapi odasındaki kanapede ölü bulunan genç bir kadın öğrenci hakkında.  Bu giriş insana hemen Agatha Christie'nin Kütüphanedeki Ceset'ini anımsatıyor fakat psikanalistin olası masumiyeti ve masumun bu eylemden gördüğü psikososyal zarar mevzularına yazar, A. C. kadar derinlikli girmiyor. Aa, ikisinin de baş harfleri. A. C. Heilbrun belki de bu takma adla Agatha Christie'ye selam çakıyor! Suçun ve masumiyetin felsefesi konusunda yine ne varsa Agatha'm Christie'm yazmış. Bunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Benim gözümde polisiyeler kabaca ikiye ayrılır.  Çözüme götürüyor bilgilerin dedektifle ve okurla eşit paylaşıldığı ve böylece okura da gizemi çözme konusunda fırsat veren "adil"polisiyeler ve bunu yapmayıp son dakikada şapkadan tavşan çıkaran, okura son bölümde "Siz bilmiyorsunuz ama böyleyken böyleydi"  diyen polisiyeler. İlkini severim, ikinciye kızarım. In the Last Analysis biraz bu ikisinin ortasında bir polisiyeydi. Tabii ki Kate Fansler bir edebiyat profesörü olarak kritik bir ipucunda bizden avantajlı bir durumdaydı, fakat bunda sorun yok, serinin güzelliği edebiyat ve akademi göndermeleri zaten. Fakat ipucunun ortaya çıkışı bana biraz okura haksızlık eder tarzda geldi, biraz "yok artık, Kate ordan buraya nasıl geldin, bilmediğimiz neyi biliyordun" dedirtti. Neyse, bu detay hariç kitabı da, akademik kadın "dedektif" karakterini de sevdim. Kitabın bugünden bakınca absürd görünen 60lara dair detayları (Kate'in herhalde feminist olmasına rağmen ölen kızceğizin bekaret durumunu merak etmesi ve bunu bir iki kez sorması, bir başka şehirden detaylı bilgi alabilmek için mutlaka oraya yolculuk etmek gerekmesi, veri koruma diye bir şeyin olmaması, Kate'in kimi bilgileri üniversite veya savcılıktan bu kadar kolay öğrenmesi) o kadar da rahatsız edici değil, ilginç dönem detayları, bence hoş.

 Kadın polisiyesi, edebiyat, özellikle ingiliz edebiyatı, 60lar, Amerikan akademiyası, kadın hareketi vb. konular ilginizi çekiyorsa özellikle tavsiye.

3 Aralık 2025 Çarşamba

Kitap Listesi - Tren

Trende geçen, tren yolculuğunu ana ya da yan tema veya bir sembol olarak kullanan kitaplar...

Agatha Christie'nin bu motifi sık sık kullandığı gözlerden kaçmıyor.

▪︎ Doğu Ekspresinde Cinayet, Agatha Christie
▪︎ 16.50 Treni, Agatha Christie
▪︎ Mavi Trenin Esrarı, Agatha Christie 
▪︎ Trendeki Yabancılar, Patricia Highsmith
▪︎ Murder on the Ballarat Train, Kerry Greenwood
▪︎ Lizbona Gece Treni, Pascal Mercier
▪︎ Elif , Paulo Coelho


▪︎ Malma İstasyonu , Alex Schulman
▪︎ Kapak Kızı, Ayfer Tunç

Yeşil: Başkalarından gelenler.

Son güncelleme: 7.12.2025

2 Aralık 2025 Salı

Kitap listesi - Ada

Bu ay biraz okuma veya kitap listesi yayınlayacağım. Belli bir konu, motif veya sembolü bulabileceğimiz kitaplar listesi...

 Ana ya da yan tema olarak "ada"yı konu alan, bir bölümü veya tamamı bir adada geçen, "ada"nın semboliğine gönderme yapan kitaplar:  

▪︎ Ada, Aldoux Huxley, 1962
▪︎ Morel'in Buluşu, Adolfo Bioy Casares, 1940
▪︎ Esrarlı Ada, Jules Verne, 1874
▪︎ Hayy bin Yakzan, Ibn Tufeyl, 1169-1184
▪︎ Robinson Crusoe, Daniel Defoe, 1719
▪︎ Empedokles'in Dostları, Amin Maalouf, 2021
▪︎ On Küçük Zenci, Agatha Christie, 1939
▪︎ Gılgamış Destanı, M.Ö. 2. Binyıl
▪︎ Ütopya, Thomas More, 1516
▪︎ Define Adası, Robert Louis Stevenson, 1883
▪︎ Deli İbram Divanı, Ahmet Büke, 2021
▪︎ Dr. Moreau'nun Adası, H. G. Wells, 1896
▪︎ Ada Destanı/Serisi, Roy Jacobsen, 2015-2020
▪︎ Bir Ada Hikayesi Üçlemesi, Yaşar Kemal
▪︎ Sineklerin Tanrısı, William Golding
▪︎ Son Ada, Zülfü Livaneli

Morlar henüz okumadıklarım.  

1 Aralık 2025 Pazartesi

Ölü Kelebeklerin Dansı




Bir Hüsnü Arkan kitabı okumak istiyordum. Mümkünse ilk kitabından başlamak istiyordum. Ölü Kelebeklerin Dansı'nı sadece bu yüzden seçmiştim, hakkında hiç bir yorum okumamıştım ve içeriği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

Şu ilk satırlar beklediğim her şeyden çok farklıydı:
"Bugün ölümümün on altıncı günü. 26 Nisan 2018. Ölümümün on altıncı gününde anılarımı yazmaya karar verdim ben."

Dün akşam başladım. Gece uyku tutmadı, okumaya devam ettim. Sabah bitirdim. Uykusuzluğun böyle avantajları var. Yoksa hiç de bir günde okuyup bitirmeyi hedeflememiştim. 

Beklemediğim cümlelerle başlıyordu, hiç beklemediğim bir coğrafyada geçiyordu, hiç beklemediğim bir konusu vardı, ilk kez 1998'de yayımlandığını göz önüne alırsak, hiç beklemediğim bir öngörü içeriyordu, sonu da hiç beklemediğim gibiydi. 

Özetle, hiç beklenmedik bir kitap ama pozitif anlamda...

Başlangıcı Kafkavari, nedense bana biraz da Saramago'nun "Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş"unu anımsattı. Fakat gereksiz beklentiler yaratmak istemem. Aslında ne birine, ne diğerine benziyor.

İlk bölümlerdeki absürtlüğü bir kez aşmayı başardıktan sonra, kısa, ilginç, akıcı ve neredeyse eğlenceli bir anlatı.


30 Kasım 2025 Pazar

Kasım 2025 - Okuduklarım


Ben, Robot


 Ayın bilimkurgu kitabı olarak bu türün klasiklerinden olan "Ben, Robot"u okudum. Daha önce doksanlarda Asimov öyküleri okuyup sevmiştim.  Onlar daha çok uzayda yolculuk ve medeniyet üzerine felsefi göndermeleri olan öykülerdi. Bazılarını hâlâ anımsarım ve beni hâlâ düşündürürler. "Ben Robot"ta ana konu elbette robotlar. İlk kez 1950'de yayımlanan kitap, o güne dek çeşitli dergilerde yayımlanmış dokuz öyküyü bir araya getiriyor. Öykülerin her biri robopsikolog Susan Calvin'in robot tarihinde rastlanan ilginç problemlere dair bir anısından oluşuyor. Kitabın bilimkurgu tarihine en büyük katkısı "Üç Robot Yasası" denebilir. Tüm öyküler robot - insan ilişkilerinde çıkabilecek sorunlar ve bu yasalar üzerine dönüyor denebilir. "Kayıp Robot" biraz mizahi tarafı da olan bir polisiye gibi. "Mantık"da ciddi ciddi teolojik göndermeler var. "Tavşanı Yakala"da güç ve otorite üzerine çıkarımlar yapılabilir. "Yalancı" insan-robot (veya yapay zeka) ilişkisindeki temel bir soruna işaret ediyor. Yapay zeka bize duymak istediğimizi mi, yoksa gerçeği mi söylüyor? "Kanıt" eninde sonunda ortaya çıkacak bir başka ikilemi tartışmaya açıyor. "Önlenebilir Çatışma" biraz fütüristik. Bize geleceğin dünyasını anlatıyor. Oldukça öngörülü, fakat şimdiden yanlışlanmış varsayımları da var.

Özetle "Ben, Robot" tabii ki bir edebiyat şaheseri değil, ama 1950'lerden günümüzün ve geleceğin insan-makine ilişkisi üzerine (ister robot, ister yapay zeka olsun) etkileyici öngörülerde bulunan ve etkileyici felsefi sorular soran bir kitap. Üstelik ortada yapay zeka bir yana, neredeyse hiç bilgisayar ve robot yokken yapıyor bunu.  Neden klasikleştiğini anlamak kolay. 

26 Kasım 2025 Çarşamba

Kaleydeskop çorap

 


Bu çoraba "kaleydeskop çorap" adını verdim. Biraz da tesadüfen oluşan, beklenmedik renk geçişleri sebebiyle... 


Curcunalı bir çorap oldu. Bazen ihtiyaç duyuyorum curcunaya.




Üç tane artmış, kendinden desenli ipi kombiniert ettim. İki sırada bir ip değiştirdim. Bazen dalıp bir veya üç sırada bir de ip değiştirdiğim olmuş. Farkedince dönüp düzeltmedim. Çünkü zaten kaleydeskop,  çünkü zaten curcuna :)


68/2,5





25 Kasım 2025 Salı

Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl


 2019'un son aylarında Jose Saramago'nun 6-7 kitabını ardarda okuduktan sonra "Bal yiyen baldan bıkar" korkusuna kapılıp bir ara verme kararı almıştım. O ara işte bu kadar uzun sürdü. "Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl" yazarın ikinci kitabı. 1984'de yayımlanmış. Saramago henüz noktalama işaretlerini toptan çöpe atmamış, sadece diyalogları ardarda akan cümleler halinde yazıyor. Yeterince dikkatli bir okuyuşta hangi cümle hangi karaktere ait anlaşılır. Bir de henüz karakterlerine birer isim verme zahmetine girdiği dönem olmalı.  Oteldeki bavul taşıyan çocuktan, gizli polis memuruna dek hemen herkesin bir adı var.

Kitap bir Saramago klasiği olarak eşine bir ithaf ve bir kaç alıntı ile başlıyor. Hikaye 1935 yılının son günlerinde Brezilya'daki 16 yıllık gönüllü sürgününden Lizbon'a dönen doktor ve şair Ricardo Reis'in gemiden inip bir otele yerleşmesiyle açılıyor. Bir ay kadar önce, 30 Kasım'da, Portekiz edebiyatının önde gelen isimlerinden Fernando Pessao vefat etmiştir. Ricardo Reis'in dönüş sebebi budur. Reis gerçi iyice tarif edilmesine rağmen Pessao'nun mezarını bulamaz; fakat hayalet mi desek, iki dünya arasında kalakalmış mı desek, müteveffa Pessao tarafından ziyaret edilmeye başlar. Bu arada romanın birbirine adeta zıt konumlanmış iki karakteri Lidia ve Marcenda da Reis'in yaşamına girer. Sayın Saramago kitabın adında büyük spoiler'ı patlattığı için söylemekte sakınca yok; böylece 1936 yılının çeşitli olayları arkaplanda akarken Ricardo Reis'e ömrünün son aylarında eşlik ederiz.

Kitabı ortalama bir Türk okurdan bekleneceği üzere Portekiz edebiyatından ve tarihinden habersiz, internette sağımıza solumuza bakmadan, bu minval üzerine okuyup bitirmek mümkün. Saramago'nun dili hep olduğu gibi akıcı, yer yer ironik, insan kendini kaptırıp gidiyor. Böyle de anlamlı,  böyle de lezzetli. Ben okumaktan büyük zevk aldım. Fakat roman aslında Jose Saramago'nun Fernando Pessao'nun anısına bir saygı duruşu. Pessao sadece Portekiz değil, dünya edebiyatında az rastlanan bir yöntemle kendi isminden başka en az üç ayrı isimle eser veriyor. Bunlara basitçe mahlas ya da takma ad denemez; çünkü her ada karşılık bir biyografi, bir karakter oluşturuyor  (buna heteronim deniyormuş) ve her heteronim altında farklı bir tarzda yazıyor. Ricardo Reis bu heteronimlerden biri, yani Pessao'nun alter-egosu. Kitapta yer yer diğer heteronimlere ve Ricardo Reis biyografisine göndermeler var. Lidia ismi, Reis'in Pessao'dan bir yaş büyük olması, Pessao'nun açılmaya başlayan alnı ve kimbilir, benim herhalde farkedemediğim pek çok başka detay bu gerçek hikayeye gönderme. Saramago ayrıca Avrupa tarihinde kritik bir yıl olarak 1936'yı da tüm gerçekliği ile (gazete haberleri dahil) önümüze getiriyor. Portekiz'den İspanya'ya, İtalya'dan Almanya'ya adeta bir diktatörler resmi geçidi. Saf tarih okumayı sevmeyenler için bu dönemi ve bu coğrafyayı edebiyat sayesinde öğrenme fırsatı. Ricardo Reis'in tüm bu olup bitenler karşısındaki rolü bir tür pasif seyircilik. Bilinçli bir seçim mi, yoksa elden bir şey gelmediği için mi, çok belli değil. Kendi yaşamındaki pasifliği, eylemsizliği, seyirciliği de yer yer kızdırıyor okurken. Ricardo Reis Lizbon'a arkadaşı öldüğü için döndüğünü söylese de, Pessao ona şöyle diyor: "Sevgili Reis, devrimlerden kaçmak sizin kaderiniz, bin dokuz yüz on dokuzda başarısızlıkla sonuçlanan bir devrim yüzünden Brezilya'ya gittiniz ve şimdi gene büyük olasılıkla çuvallamış olan bir başka devrim yüzünden Brezilya'dan kaçıyorsunuz". Ve bir alıntı daha kahramanımızı daha iyi anlamak adına: "Ve iște Ricardo Reis, dünyanın seyircisi, sorun bilgelikse o da onda var, aldığı eğitim ve yaptığı seçimler nedeniyle dünyaya yabancı ve kayıtsız, titreyip duruyor altı üstü bir bulut geçti diye,..."

Saramago'ya bir kez daha sevgi ve saygılarımı sunuyor; dizinin dibinde hikayelerini dinlemeye bunca ara verdiğim için üzüntülerimi bildiriyor; kendisini "Körlük"e kısıtlayanları esefle kınıyorum.

Dipnot: "Labirent Tanrısı"nı çok merak ettim. Okuyamayacağım için çok üzgünüm.

12 Kasım 2025 Çarşamba

Burası Radyo Şarampol

 


"Ankara Mon Amour"u bu yıl okuyup sevmiştim. Diğer Şükran Yiğit kitaplarını da okuyacağımı sezmiştim. "Burası Radyo Şarampol"ü sanırım Bahar da önermişti. Gecikmeden okumak istedim. Şükran Yiğit'in 70lerde ve 80lerde çocuk/genç olmanın detaylarına bu derece hakim oluşuna bir kez daha hayranlık duydum. Bu kez hikaye 80lerin başında Antalya'da açılıyor. "Şarampol" sözcüğünü sevmem, benim çocukluğumda TRT haberlerinde çok duyulan bir sözcüktü ve kişisel tarihimde de kötü bir anıyla bağlantılıdır. Bu kitabı okurken farkettim artık gündelik yaşamımda hiç duymadığımı. Şarampol'ün Antalya'da bir cadde ve neredeyse bir semt adı olduğunu ise bu kitaptan öğrendim. Neyse ki, bir iki yaz tatilimi Antalya'da bir obada geçirdiğimden, "obada kalmak", " obaya dönmeyip geceyi evde geçirmek"le neyin kastedildiğini anladım. Bahçelerinde kendiliğinden portakal yetişen yıkık evler de tanıdıktı. Düğünlerde "Arım Balım Peteğim"i söyleyen Manolya Gürses'ler, toprağa gömülen kitaplar, yıkık bahçeli evlerin yerine dikilen apartmanlar, doğum günü partileri, radyoda veya toplama bir kasette bir şarkıyı ilk kez duymak, kimin söylediğini bazen aylar, bazen yıllar sonra öğrenmek ve karanfiller (ne çok karanfil vardı) ise herhalde şehirlerden bağımsız bir neslin Türkiye deneyimine dahildi. Elbette herkesin bir Mine Ablası ve bir Cengiz Abisi vardı. Ve tabii ki 12 Eylül. Kitap da 12 Eylül ile birlikte keskin bir viraj alıyor ve beklenmedik bir şekilde Antalya Şarampol'den Berlin Kreuzberg'e savruluyor. Ki orası da kültürel belleğimize dahil. Duvarın yıkılışına dek tüm hikaye ilginç, okuması keyifli. Şükran Yiğit "Ankara Mon Amour"da yaptığı gibi burada da, bir dönemin kültürel detaylarını, örneğin müziğini malumatfuruşluğa kaçmadan akıcı ve sade bir anlatının içine ince ince işleyebiliyor. 1990'dan sonraki kısımda, örneğin Chris'le ilgili hikayede ne yalan söyleyeyim, biraz sıkıldım. Anlatının ritmi düştü, biraz sündü gibi oldu. Bana kalsa kitap Berlin Duvar'ının yıkılışıyla da bitebilirdi. Fakat elbette yazar açısından devam etmesi gerekiyordu. Tüm kitabın ana eksenini oluşturan, hikayenin yaklaşık ortalarından itibaren olacağını tahmin ettiğimiz ve hatta her an olmasını beklediğimiz o "yeniden karşılaşma"ya kadar devam etmeliydi. Elbette "yeniden karşılaşma" suyunu sıkarcasına dramatik değildi. Filiz nasıl ki yeniden karşılaştığında Manolya Gürses'e tokasını geri vermedi, Ali'yle de bir karşılaşma bir karşılaşmadan ibaret kaldı. Ya da öyle gibi oldu. Öylesi iyi oldu, çünkü gerçek hayatta da çoğunlukla öyle olur.
Kitabı okurken sözü geçen şarkıları açıp dinlemedim. Dikkatimin dağılmasını istemedim. Şükran Yiğit ince fikirliliğinden, kitabın sonuna bir playlist eklemiş, onu şimdi, kitap bittikten sonra dinleyeceğim. "Arım Balım Peteğim"den girip, "Suzen"den çıkacağım :)

11 Kasım 2025 Salı

 




Son biten 
68/2,5


%100 merino yün kullandım. Önde üç "cofee bean" dizisi.
 


Hem ipi sevdim, hem motifi...


İşten dönerken trende de ördüm. Yormayan, 
 tersine dinlendiren bir motif çünkü...

6 Kasım 2025 Perşembe

Babaların Günahları


 

Her yıl bu vakitler aklıma yeni bir okuma şekli geliyor. Edebiyatla dünya seyahati de, yoğun okuma ayları da hep Ekim-Kasım gibi aklıma gelmişti ve ben yeni yılı bekleyemeden hemen başlamıştım.  Bu aydan itibaren de "Ayın..." okuma konseptine geçiyorum. "Ayın polisiyesi", "Ayın Bilimkurgusu" "Ayın Doğa Kitabı"...vb. Bu tür okuma hem yoğun okumadan kalan eksikleri tamamlayacak, hem de bana organizasyonel kolaylık sağlayacak. Haydi bakalım, bir de böyle deneyelim :)

Bu ayın polisiyesini okudum, bitti :) Bu yıl Buket Uzuner'in Defne Kaman serisindeki yazarlığını epey eleştirdim. Fakat okuyuculuğuna diyecek yok. Kitaplarında veya röportajlarında bahsettiği bir çok kitabı not etmiştim. Matthew Scudder serisi onlardan biriydi. Defne Kaman serisindeki komiser hep bu seriyi okuyordu. Bildiğim, bulduğum kadarıyla, Lawrence Block bu serinin ilk kitabını 1976'da yazmış: "Babaların Günahları". Tipik bir Amerikan polisiyesi. Yıkık bir polis emeklisi, gözümüze sokulan şiddet ve seks, bol illegalite, bol burbon, biraz sarhoşluk, biraz kahve. Çok büyük şaşkınlıklar yok. Kitabın adı başlı başına spoiler. Kitabın sonunu değil, ama gittiği yönü ele veriyor. 

Zaten ben de polisiyeyi her zaman bilmecesi için değil, biraz da felsefesi için okuyorum. Suç, vicdan,  iyilik ve kötülük üzerine, insan ruhunun en derin karanlıkları üzerine polisiyelerde yapılan felsefeye felsefe kitaplarında her zaman rastlanmıyor. Hem ben uygulamalı felsefeyi daha çok seviyorum. Buyurunuz "Babaların Günahları"ndan bir alıntı: 

" İnsanların iyi bir nedenle yanlış bir şey yapmasının mı, yoksa kötü bir nedenle iyi bir şey yapmasının mı daha kötü olduğunu merak ettim. Bu ne ilk, ne de son merak edişimdi."

Siz ne dersiniz?

Ek olarak, insan 1976'da yazılsa da polisiyelerden yeni bir şeyler öğreniyor. Örneğin, bakınız, "kendine iyi bak"ın ABD'de garipsendiği bir dönem de varmış:

"İyi günler" dedi hosteslerden biri. "Kendinize dikkat edin." Dikkat edin. Bana öyle geliyor ki, insanlar bu deyimi yalnızca son bir iki yıldır söylüyor. Birdenbire herkes bunu söylemeye başladı, sanki bütün ülke birdenbire dünyamıza dikkat etmemiz gerektiğini fark etmiş gibi.

Felsefesi, bilgilendirmesi bir yana bu kitabı okurken bir sebepten oldukça eğlendim de. Hikaye Matthew Scudder'in ağzından anlatılıyor ve ifade tarzı bana Çağatay Koçyiğit'i anımsattı. Yalan Dünya'nın bir bölümde Çağatay Koçtuğ o borazan sesiyle Amerikan tarzı bir dedektifin ruh haline ve rolüne girer, onun ağzından konuşur. Scudder aynı o tarzda anlatıyordu: 

"Cuma sabahı açık ve temizdi. Broadway'deki Olin'den bir otomobil kiraladım ve Batı Yolu'ndan şehir dışına çıktım. Otomobilim, dönüşlerde biraz şımartılması gereken utangaç bir Malibu Chevrolet'ydi. Ekonomik olduğunu düşünmüştüm.

Pelham ve Lorchmont'tan sonra Mamaroneck'e kadar New England otoyolunu kullandım, Exxon istasyonunda benzin dolduran çocuk Schuyler Bulvarı'nın nerede olduğunu bilmiyordu. İçeri girip sorunca patronu dışarı çıkarak yolu tarif etti. Patron, Carioca'yı da biliyordu ve on ikiyi yirmi beş geçe Malibu'yu restoranın önüne park etmiştim. Kokteyl salonuna girdim ve siyah formika barın vinil taburelerinden birine oturdum. İçinde duble burbon olan bir fincan koyu kahve istedim. Kahve acıydı, bir gece önceden kalmaydı. Başımı çevirip onu, yemek ve kokteyl salonları arasındaki kemerli girişte tereddütle dururken gördüğüm zaman fincanım hâlâ yarı doluydu."

Hi hi...:) Bir noktadan sonra kitabı Çağatay Koçuğ'un ses tonu ve vurgulaması yankılanarak okudum. Belki de Gülse Birsel somut olarak Scudder'a gönderme yapıyordu :) Sanırım bu serinin devam kitaplarını okurken de iç sesim Çağatay Koçtuğ olacak :)

Fark ettiyseniz, kitabın konusundan hiç bahsetmedim. Onu da kendiniz keşfedin artık.

12 Ekim 2025 Pazar

Tek Adam - 1. Cilt



 Çocukken misafir odasındaki dolabın bir rafında duran kitapların adlarını sırasıyla okumak hoşuma giderdi: "Tek Adam, Tek Adam, Tek Adam, Suyu Arayan Adam, Nutuk I, Nutuk II"

Henüz okumayı yeni sökmüştüm ve bu kalın ciltlerin içine dalmayı düşünemiyordum bile. Arada bir, örneğin misafir odasının serin sessizliğine sığındığım sıkıcı yaz öğleden sonralarında, elime alıp dış kapaklarını incelerdim. Zamanla kapağını çevirip iç sayfalarına bakmaya, birer ikişer satır okumaya başladım. Hiç baştan sona okumamış olsam da Suyu Arayan Adam'ın ilk satırlarını bugün bile ezberden söyleyebilirim: "Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı, suyu bulamadı..."

Tek Adam'ın Atatürk'ün yaşam hikayesi olduğunu da biliyordum. İlkokul boyunca üç kez, sonrasında da bir kaç kez taşındık. Yukarıda saydığım kitaplar her yeni evin salonunda, aynı dolabın aynı raflarına yeniden yerleşti. Ben büyüdükçe Tek Adam'ı orasından burasından açıp okumaya başladım. Örneğin onun açılış cümlelerini de defalarca okumuşumdur:

 "Küçük anne, güzel bir anneydi. Çocuğunun doğumu yaklaşınca bütün genç anneler gibi: - Çocuğumun kız olmasını istiyorum, diyordu. Ama, içinden hep bir erkek çocuk bekliyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yüzlü bir oğlan..."

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın ıssız bir sınır boyundaki yaşamlarını, tüm hikayeye bir arkaplan olarak 19. yy'da Balkanlar'ın ruh ve atmosferi, tam bir yüzyıl sonra seksenlerin resmi ilkokul-ortaokul müfredatında okutulmuyordu elbette. Tüm bunları ben orasından burasından açıp okuduğum Tek Adam'dan öğrendim. Ortaokuldayken ilk cildi açıp en başından okumaya azmettim. Atatürk'ün Harbiye'ye gidişine dek okudum. Galiba sonrası  o zamanki entellektüel kapasitemi aşmıştı :))  Fakat Şevket Süreyya Aydemir'in akıcı, hoşuma giden, yer yer şiirsel, neredeyse epik anlatımını, bazen akıl yürütmelerini açıkça okuyucuyla paylaşmasını ("Şöyle şöyle olduğu nakledildiğine göre böyle olması gerektir") hep sevdim.  

Doksanların atmosferinde Şevket Süreyya Aydemir belki taraflı olduğu, fazla şevkli bir Atatürk taraftarı olduğu için biraz dudak bükülür olmuştu gibi anımsıyorum. Her şeye rağmen Tek Adam'ın tekrar tekrar basılmaya devam etmesi ne güzel. Toplumsal olarak ana babasını beğenmeyip her şeyini eleştiren ergenler gibi olduğumuz bir yaşımızdan geçtik. Sonra Hanya'yı ve Konya'yı biraz anladık. Şimdi sanırım toplum olarak hepimiz bir döneme taraflı da anlatılmış olsa, biraz mesafe alarak, biraz tarafsızlık gözlüğünü takarak bakabildiğimiz ve bir insana da bir yetişkinin bir yetişkine baktığı gibi bakabildiğimiz bir yaşa eriştik.  Tek Adam'ın son zamanlarda yeniden çok satması belki bundandır.

İlk kez birinci cildini baştan sona okudum. Çocukluğumun kimi cümlelerine tekrar rastlamak gözümü yaşarttı. Tek Adam'ın okumanın benim için Ankara'daki mütevazi memur evi atmosferinde yoğun güven duygulu çocukluğuma geri dönüş gibi kişisel bir yönü de var.  İlerleyen zamanda diğer ciltleriyle devam etmeyi düşünüyorum. 

6 Ekim 2025 Pazartesi

Eylül, deli kızın çorabı, gökler


 Son biten çorap... (68/2,5)

Bu çorabın adını "Eylül" koydum. Çünkü Eylül ayında çevrede gördüğüm renklerden ilham alarak ördüm. Görüldüğü gibi bu yıl gayet renkli geçti Eylül...



İçinde armut ağacının yaprakları, kızılcıklar, çakal erikleri, camgöbeği gökyüzü ve daha neler neler var...








Gökyüzünün de çoğulu yoktur, ne ilginç değil  mi? Yani "gökler" deriz, fakat "gökyüzleri" demeyiz. Neden "gökyüzleri" demeyiz ve daha da önemlisi neden "gökler" deriz? Aman deli deli fikirler... İnsan bu gökyüzüne, bu yapraklara, bu canım kızılcık ve çakal eriklerine baktıkça deli deli şeyler düşünüyor tabii ki... 

Ben bu blogun bir yerlerinde, böyle 10 yıl kadar önce bir çoraba heves etmiştim. Bulursam linkini buraya ekleyeyim. Böyle bir tür deli kızın çorabı... Ki o zamanlar ben dönerek örmeyi bile bilmiyorum. Bana kim bu çorabı örebilir diye sağa sola soruyordum. Bu çorap o deli kızın çorabına en yaklaştığım anlardan biri. 

İçine de bakmıştık, dur bir kez daha bakalım:


İpleri birinde temizledim, diğerinde daha temizlenecek. En sevdiğim,  en sakinleştiren işlerden biri. O yüzden bir delirme anına saklıyorum. Çorabın kimin olacağına gelince, henüz tam karar vermedim ama pek de kişisel detaylar var, bi de bakmışsın, kimseye vermemişim, benim olmuş ;)

5 Ekim 2025 Pazar

Dünyanın Hazineleri

 






Her mevsimde dünyanın başka hazineleri göze görünür oluyor. Bunlar Ekim ayında görünür olan hazineler. Özellikle ağaç dalların dikkat,  onları belki daha sonra yine konuşacağız.

26 Eylül 2025 Cuma

Eylül 2025 - Okuduklarım

Bu yıl her ay kendime genel bir konu seçip, o konuda kurgu veya kurgudışı kitaplar okudum. 

Eylül ayının okuma konusu "Din"di. Hem kurgu, hem kurgudışı, dünya dinleri konusunda okuma listemde bekleyen aşağıdaki kitapları okudum. Hedeflediğim gibi, Tibet Budizm'inden Musevilik'e, Konfüçyusçuluk'tan Hitit inançlarına çeşitliliği çok bir okuma ayı oldu. 
Elbette dahası da vardı. Zaten her ay planladığım kitapların ancak bir kısmını okuyabiliyorum. Fırsat bulursam geçmiş ayların listelerini de burada derli toplu yayınlamaya çalışacağım. Zaten bloga geri dönmemin en büyük sebebi bu.  Önümüzdeki dönemde epeyce liste yayınlayabilirim. 

Eric-Emmanuel Schmitt'in dünya dinleri serisi hakkında da belki ayrıca tekrar yazarım.

Not: Linkler hâlâ deneme aşamasında. IG'da takipte olmanıza rağmen açılmıyorsa, haber verin.


1. Haftasonu aklımı başımda tutacak şeyin ne olduğunu biliyorum galiba 




2. - 4. Introduction to autumn

 

22 Eylül 2025 Pazartesi

Nuh'un Çocukları

 


Ay: Eylül - "Din"

Kitap: Nuh'un Çocukları (2004)

Yazar: Eric-Emmanuel Schmitt

Eric-Emmanuel Schmitt'in "Dünya Dinleri" serisi henüz bitmedi, fakat serinin bulabildiğim tüm kitaplarını okudum sanırım. "Nuh'un Çocukları"nda konu edilen dinler Musevilik ve Hristiyanlık. Farkları, benzerlikleri,  uzlaşabilirlikleri. Çünkü Schmitt'in bu serideki temel konusu bu zaten: Dinlerin uzlaşabilirlikleri. Kitap II. Dünya Savaşı sırasında Belçika'da geçiyor. Konuyu anladınız. Joseph ve Peder Bims ana karakterler. Ayrıca Joseph'in anne babası, Rudy, eczacı küfürbaz matmazel, bir sürü çocuk, bir takım iyi ve kötü insanlar. Romanı bugünlerde okumak insanda absürd bir ruh hali yaratıyor haliyle. Yazarın bu konuda da söylenecek bir sözü olmasını çok diledim. Neyse ki vardı. Kitabın en sonunda. Az da olsa. 

Tek bir cümle not etmişim kitaptan. Kitabın ana fikri sayılabilir: "Joseph, iki dinden hangisinin doğru olduğunu bilmek istiyorsun. Hiçbiri! Hiçbir din doğru ya da yanlış değildir; dinler insanlara sadece bir yaşam biçimi sunar."

Eric-Emmanuel Schmitt okumalarım böylece bu aylık sona eriyor. Bazen yazdıklarını biraz basite indirgeme gibi görüyorum, fakat belki de mesele zaten bu kadar basit. İyi duygularla ayrılacağınız kısa ve ponçik kitaplar arıyorsanız yazarın bu serisi tavsiye.

21 Eylül 2025 Pazar

 



Ev halkını boykot ettiğim için yıllardır ara verdiğim babıldatma işlerine bugün geri döndüm. Soğanı ilk kez deniyorum. Havucu ilk kez böyle deniyorum. Acaba olacak mı, acaba tutacak mı?

Sonradan not: Herkesin unuttuğunu ve benim de burada hiç bahsetmediğimi farkettim; Sandor Ellix Katz 'in Wild Fermentation'ını bence "babıldatma' meraklılarının başucunda durmalı. 


19 Eylül 2025 Cuma

Deneme

 Merhaba!

Zaman zaman tekrar buradan bir şeyler paylaşabilirim. İnsan bazen İnstagram'ın dipsiz kuyusundan çıkıp, leb-i derya, ferah feza daireye taşınmak istiyor. Bu bir deneme yayını. Kimler (hala) burada? Siz kimsiniz? Beni hatırlıyor musunuz? Benden hangi konularda bir şeyler okumak istersiniz? Sağdaki etiketlere bir göz atmak ister misiniz?