29 Ağustos 2017 Salı

One Mind


One Mind
How our individual mind is part of a greater consciousness and why it matters
Larry Dossey, 2013

Ilginc ve hakkinda uzun zamandir okumak istedigim bir konuda, konunun icini nispeten daha az dolduran bir kitap. Aslinda cok iyi basliyor. Yalniz ortalarda paranormal fenomenlere paranormal aciklamalar gibi bir havaya bürünüyor. Hayvanlarda sürü davranisindan, ölüme yakin deneyimlere (near death experience), ikizlerin gizemli davranislarindan, uzaklardan evine geri dönebilen kayip köpeklere kadar bir cok konuyu "One Mind" konsepti ile aciklamaya girisiyor. Madem öyle neden aile dizimini de buraya baglamadi yazar, merak ediyorum. Saka bir yana, keske o harika girisi devam ettirseydi. Keske Eisenstein'in "Kutsal Ekonomi"sinin tellerine baglasaydi, keske komsumuzu neden sevmemiz gerektigine baglasaydi sayin yazar. "Zaman ve mekandan bagimsiz tek bilinc" mevzusuna nörobilim ne diyor? Kıyısından köşesinden olsun hicbir sey demiyor mu? Tamamen muhalif mi? Bunlardan bahsetseydi keske biraz da... Fakat sonlara dogru tekrar toparliyor. Konu ilgi alaninda olanlar yine de okuyabilir,
ya da okusa iyi olabilir,
ya da okusa bilir,
ya da öyle bi sey iste...

Dur ben yine de o baslangictaki harika Carl Friedrich von Weizsäcker alintisini yazayim buraya. Konunun girisi buradan:

" ...[herhangi bir büyük buluşta] sıklıkla su rahatsız edici  ve mutluluk verici deneyimle karşılaşırız: 'O ben degilim, bunu ben yapmadim'. Yine de belli bir sekilde o benim - ego degil- ... fakat daha genis kapsamlı bir ben..."

...çıkışı bilmiyorum nereden.

27 Ağustos 2017 Pazar

LTI: Nasyonel Sosyalizmin Dili



Almanca :  LTI : Notizbuch eines Philologen
Ingilizce :   LTI : The Language of the Third Reich
Türkce:      LTI: Nasyonel Sosyalizmin Dili

Victor Klemperer'in alaninda klasik haline gelmis bu kitabini okumayi aklima koydugumda bizim oglan 2 yasindaydi, simdi 10 yasinda. Ne kadar disiplinli bir okuyucuyum buradan anlasiliyordur. Ama bir kez listeme ekledim mi, okurum arkadas, on sene sonra bile olsa!

Kitabi okumakta biraz gecikmissem sebebi kendisine erismemin biraz(cik) uzun sürmesidir. Azimle Almanca'sindan okumayi aklima koymustum, ama baktim ki bulmasi uzuyor, internette buldugum bir Ingilizce cevirisinden okudum. Evet, zor oldu. Iki sebeple zorlandim kitabi okurken. Birincisi Ingilizce'sinden okudugum icin. En akici Türkce okuyabiliyorum, hayatta ikinci ögrendigim dil Ingilizce olmasina ragmen ikinci akici okuyabildigim dil ise Almanca. Ki bu kitabi biliyorsa insan yazarin ana dilinden ve kitabin konusu olan dilden, Almanca'dan okumali. Ikinci zorlanma sebebim ise Nazi dönemini az bilmem. Bu konunun canlı sevimsizligi sebebiyle kacinildigi bir ruh halinde yasiyorum. Son on , on bes yildir Dürr'ün spritüel ve Heisenberg'in bilimsel günlükleriyle , Etty Hillesum'un günlüklerini saymazsak (ki o da dönem Hollanda'sini anlatiyor daha cok) bu konuya direk deginen herhangi bir sey okudugumu animsamiyorum. Benim icin sıkı bir giris kitabi oldugu söylenebilir.

Klemperer bir dilbilimci. Kitap daha öncesine de deginerek, özellikle 1939-1945 yillari arasinda tuttugu notlara dayaniyor. Asil uzmanlik alani Fransizca imis. Fakat Nazi Almanya'sinda önce mesleki yasami, ardindan da günlük yasami Musevi olmasi sebebiyle asama asama kisitlaninca Klemperer'e dönemin dili hakkinda gözlemlerini yazdigi bir günlük tutmaktan baska bir sey kalmiyor. Nazi döneminin dilini, sadece bu rejimin düsünsel cercevesini cizen kitaplardan (örnegin Rosenbergin ünlü Mythus'u, ki onu suradan taniyoruz zaten) konusmalardan veya Goebbels'in propaganda yazilarindan degil, gazetelere verilmis ölüm ve dogum ilanlarindan, marslardan, duvarlara veya dükkan vitrinlerine asilmis duyurulardan, sokaktaki insanlarin konusmalarindan,  eski tanidiklarinin dilindeki dönüsümden, hatta savasin ilerleyen yillarinda kaldigi "Judenhaus" (Yahudilerin toplandigi evler) veya zorunlu olarak calistigi fabrikadaki Musevilerin dilindeki dönüsümden takip ediyor Klemperer.

Kitabin adindaki kisaltma LTI ( Lingua Tertii Imperii -  Latince Ücüncü Imparatorlugun Dili demek) de bir kara mizah örnegi. Nazi Almanyasi kendisine Dritte Reich (Ücüncü Imparatorluk) adini veriyor ve "Nazi", SS, vb. pek cok örnekten bilindigi gibi bu dilin en sevdigi seylerden biri kisaltmalar. Bunun disinda
Nazi döneminde cocuklara verilen isimlerde ne tür dönüsümler oldu?
En sevilen imla isareti ne idi?
En sevilen, en yaygin kullanilan sözcükler nelerdi?
En sevilen metaforlar hangi alanlardan secilirdi? gibi pek cok ilginc soruya da yanit veriyor yazar.

Bahsettigim sebeplerle okumakta zorlansam da aslinda tüm trajediye ragmen sık sık mizahilesen diliyle kitap kendini okutuyor. Dilin özellikle totaliter rejimlerde nasil sekillendigine ve gelisen olaylara göre nasil dönüstügüne (kitabin son bölümlerinden birinde verilen gehören/hören örnegi!)  dair ilginc bir calisma LTI.

Kitabin basindaki sicacik 'ithaf' kismi özellikle dikkatimi cekmisti. Kitaplarin basindaki ithaflara dikkat edenlerden misin? Ben dikkat ederim. Cogu kisa ve klasiktir. "Anneme", "Babama" , "Julia ve cocuklara"... Son okudugum kitaplardan birininki de "Her zamanki gibi Barbara'ya" idi örnegin. Klemperer de kitabı karisina ithaf ediyor. Fakat farkli bir sey var. Sebebini ithafin hemen ardindan gelen Kahramanlik (Önsöz yerine) adli bölümde anliyoruz. Anliyoruz  ve bir yandan kahramanlik üzerine uzun uzun düsünüyoruz. "Kahraman" Nazi dilinin en sevdigi sözcüklerden biri.

Kitabin (bana) en darbe vuran bölümü "Ona inaniyorum" basligini tasiyordu. Baslayisi degildi darbe vuran, bitisiydi. Söyle bitiyordu: "Ona hala inaniyorum".

Şunların hepsi de bir haftada oldu günlükcüm;


Aynı günde elim hem hamura hem topraga degdi.
Aynı günde hem çamaşır yıkayıp hem futbol oynadım.
Aynı günde 'bugün de dışarıda yiyelim' deyip ev halkini bütün sehirde yürütüp sonunda yine evde yemeyi basardim/basardik.
Aynı günde hem mücver yapip hem perde yikadim.
Aynı günde hem kitap okuyup hem tuhaf kurallarla kizma birader oynadım.
Aynı günde hem perde kornişi kilidi bulabildim, hem postaya bir zarf verebildim, ki cok istisnai bir gündü.
Aynı anda hem evi toparlayıp hem amiral battı oynayabildim.
Aynı haftada ardarda okudugum birbirinden son derece farklı iki kitapta da Schrödinger'in 'Was ist Leben?' (Yaşam Nedir?) adlı kitabından bahsedildi. E, demek ki, vakti gelmiş, demek ki öğretmenim şimdi bu kitabı koyuyor önüme, demek ki okunacak.

Bu hafta içinde tatil yapma anlayışımı bir kez daha gözden geçirdim, aklıma gelen soruyu anneme dün telefonda sordum: 'Anne, benim göbek bağımı ne yaptınız?'

'Ay, inanır mısın yıllardır evde, sandığın birinde duruyormuş, yakın zamanda buldum da çıkardım evden. Neden sordun?' diye yanıt verdi.

'Hiiiiç, biliyordum...' dedim. İnsan tatile çıkmayı büyük yorgunluk, tatili evde geçirmeyi (perde yıkayıp mücver yapmak dahil) derin mutluluk sayıyorsa başka ne açıklaması olabilir? Annem benim gibilere (ve tabii kendisi gibilere) "ev kosisi" der. Bunca yil neden merak etmemisim? TDK'nin Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü'nden baktım, "kosi" Rize yöresinde "kuluçka tavuk" anlamında kullanilirmis. Hayır, annem Rizeli degil. Evet, memur aileleri Anadolulu'dur, Edirne'den Kars'a gezer, her ağızdan bir söz kapar :)  Ve evet, laf yerini bulmus.

Bugünü de hem bloga iki satır yazip, hem de yaprak sarma yapabildigim gün olarak tarihe not düşelim günlükcüm, yarina Allah kerim.

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Bunların hepsi tek bir günde oldu sevgili günlükcüm

Bazı şeyler var ki, benim bunlarin hepsinin tek bir günde oldugunu animsamaya ihtiyacim var. Bu kadar cok güzel sey tek bir günde... diye düsünmeye ihtiyacim var. Daha sonra... Herhangi bir günde... Örnegin kış ortasinda... örnegin hava cok soguk ve cok gri iken...  Cok ters bütün seyler ayni gün olmusken ve kirk carsamba bir pabuca sigmisken (öyle miydi o?) Adı 'bütün bunlar bir günde oldu sevgili günlükcüm' olan bir yaziya ihtiyacim var benim sevgili günlükcüm. Adi 'her şey bugün oldu/olur'  (Alles geschieht heute / Everything happens today) olan bir kitap var, biliyor musun? "Gercek bir kuyudur, derindir, dipsizdir" diyen bir adam yazdi. Ben hala okumadim. Orada, kütüphanenin bir rafinda...duruyor. Dur bakalim, onu da okuyacagim. Bir gün. Ama asil konu bu degil. Ya da tam olarak bu. Yani demem o ki, her sey bugün oluyor, bütün bu güzel seyler. Farkinda misin günlükcüm?


12 yil sonra bir Agustos günü ben yine bir cayir turnagagasina rastliyorum. Her Agustos oldugu gibi. Ne olaganüstü degil mi?


Bu ates böcekleri, annesi, babasi , genci yaslisi, dedesi bebesi yine bir ihlamur agacinda toplasiyorlar. Ne tuhaf degil mi?

O ihlamur agacinin bazi meyvesi ve bazi yapragi "artik geç yaz, artik sicak cok" deyip kendini birakmis yere, orada onlarin toprak olmaya dönüstügü yerde betondan bu sinir otu cikmis. Hiç adı gibi degil (Zaten adı da o demek degil). Ne kadar cool, ne kadar calm.. 
Ne kadar sakin degil mi? 


Evet, Agustos'un yarisi sonbahar oldugu icin, simdi artik orada burada mantarlar cikmaya basladi yine karsimiza. 
Ne kadar kamufle, ne kadar pıtrak, degil mi?


Bazen yürüdügümüz yollar ne kadar gölge, ne kadar günes degil mi? Dondurmacinin tatile cikmasi gerçi bize kötü oldu ama bi memleketini görüp gelecek, 
onun icin ne güzel degil mi?


Ihlamur agacinin bağrında büyümeye kalkışan şu porsuk agacı gözümüze ne saşkın degil mi? Belki de o bizi saşırtır, ıhlamur göçer, yol göçer, biz zaten göçeriz, o yüz yaşına basar. 
Bazen ne kadar şaşkınız, değil mi?


Arnavut kaldırımında karşımıza çıkan 'Çiçeğinden (gülünden?) sen sorumlusun' ne kadar da tanıdık değil mi? 


'Lütfen... bana bir koyun çiz' diyen arnavut kaldırımı.... 

... ve 'Evcilleştirmek ne demektir?' diye soran arnavut kaldırımları ne hoş ve onları gölgeleyen ve onların ne olduğunu bilen İtalyan gezi rehberim ne birlikte gezilesi, değil mi?

Kütüphanede ona bulduğumuz kitaplar ve kitapçıda bana bulamadığımız 'Der Analog' varlıkları ve yokluklarıyla nasıl da yüreklerimizi pir pir ettiriyor degil mi? 

Sonunda
En sonunda
 hep eve dönmek ne güzel degil mi?


Evde yeni fikirler olmasi... 
kimisi parlak
 ve pembe
 ve uzaklara gitmeli...


Kimisi soluk 
ve sütlü kahve
 (ve ip yetecek mi?)
ve evde kalmali 

Ve bu günes
ve bu gölge
ve bu patlican ve bu pilav 
ve bu karamelli bonbon agzimda
ve bu bazen karamelli bonbon gibi olabilen dünya cebimde...
ne güzel
degil mi?

20 Ağustos 2017 Pazar

Yeni keşfim: kefir ayrani..

Uzun zamandir kefir tanesiyle kefir mayalamaya ara vermistim. Eskiden Türkiye'den getirirdim sonra bir noktada cok yorucu ve zahmetli oldugunu farkedip vazgecmistim. Arada bir alternatif dükkandan "kefir fermenti" aliyordum ama onlar da en fazla 20 tekrardan sonra kefir üretmiyorlar.

Derken gecen gün "ünlü" komsum bana sohbet sirasinda durup dururken "Frau Hindiba, siz kefir iciyor musunuz?" diye sordu. Aaa, icmez miyiz, bulunca iceriz tabii, hem de seve seve... Bir tanidigi cok bilinen bir Alman tibbi teknik firmasinda calisiyormus. Bu firma kefir tanesi de üretiyormus. Tanidiginin zarfla gönderdigi bu firmadan cikma taneler kısa zamanda cok büyümüs ve cogalmis, dagitacak birilerini ariyormus benim komşu. Ister misiniz? diye sordu, istemez miyiz? :)) Yine bir "birbirimize tesekkür ede ede bir hal olduk" anı yaşandı :)

Neyse, asıl anlatmak istedigim şu. Biz kefiri seviyoruz ama, taneler canli kalsin diye sürekli üretince tüketmekte bazen güclük cekiyoruz. Bu kez yaz sicaginin verdigi ilhamla yeni bir tüketim sekli kesfettim. Kefire biraz su (ve hatta bazen maden suyu), biraz da tuz ekliyorum, bir tür "kefir ayrani" yapiyorum. Ben tuzlu ayrani cok severim, bu sekil en sevdigim kefir tüketme sekli oldu son zamanlarda... E kis gelince de ekmek yapariz, kek yapariz, çaya çorbaya katarız? Tüketiriz bu kefiri biz!

Bakalım bu kez ne kadar canlı tuttabileceğiz taneleri... Kendime komsu secerken  poğaça pişirip veren, değişik mücver tarifleri ile bahçe kabağını aynı torbanın içine yerleştirip gönderen ve hatta kefir tanesi tedarik edebilenini dilememiştim. Çok şey istemek olurdu. Fakat komşum sürekli çıtayı yükseltiyor. Kendisine su kefiri aradığımı da çıtlattım ;) Kim bilir ;)

19 Ağustos 2017 Cumartesi

...erik de çok oldu...



Erik de çok oldu. Hem de nasıl çok. Bu cinse burada 'Mirabelle' deniyor. Pastası, marmelatı yapılıyor. Asıl merak ettiğim ağaç meyvelerini yere saçarken aşağıda toprak değil, beton olduğunu biliyor mu? Çekirdeklerin çok büyük kısmının asla toprakla buluşamayacağını biliyor mu? Biliyor da çaresiz mi? Biliyor da aldırmıyor mu? Biliyor da benimkinden daha derin bir hesabı mı var? Biliyor da benim bilmediğim bir şeyi mi biliyor?

Aklıma bir Turgay Fişekçi şiiri, bir Yeni Türkü şarkısı geliyor. Ne bileyim, belki de yitik değildir.

17 Ağustos 2017 Perşembe

gidip baktım...gibi geldi...

Farklı farklı zamanlarda kediyi öldüren merakima yenildim, gidip baktim.
Meğerse "Hamdolsun" ile "Hallelujah" ayni anlama geliyormus.

Bu ikisini söyleyen dilleri barıştırmayı bir başarsak, "Tanrı'nın Krallığı"yla "Cennet" birbirine misafirliğe bile gidip gelir gibi geldi. Arada "Nirvana" da katılır onlara gibi geldi. Hatta ne güzel olur gibi geldi...

Sen de kediyi öldüren merakına yenil.
Elimizde ondan başka bir şey yok.



16 Ağustos 2017 Çarşamba

Çok bol oldu kızılcık


Çok güneşli oldu o yıl.
Olsa olsa ev yapımı pratik limonata (maden suyunun içine misket limonu sıkmaca) içilmiştir. Çok.
Ve çok bol oldu kızılcık.
Şair kusurumuza bakmazsa...


PFAPA - Sıkça Yanıtladığım Sorular

PFAPA hakkında tam 7 yıl önce yazdığım yazı bu blogun en çok ziyaret edilen yazılarından biri. Epeyce soru da sorulan bu konuda bir ara rapor da yazmıştım ama yorumlarda ve özelden hala tekrarlanan sorulara kısa öz yanıtlar içeren, ek bilgiler veren bir tür SSS(Sıkça Sorulan Sorular) yazısının da gerekli olduğunu fark ettim.  Bu yazı işte o yazı:


  • Yorumlarda veya özelden sorulan sorulari yanitlamak beni yormaz, zorlamaz. Zamanim elverdikce tekrar tekrar, severek yanitlamaya calisiyorum ve yanitlarim da. Ancak blogda yayinladigim PFAPA yazilarini tam olarak okuyup, yanitlar orada yoksa sormak soru sahiplerine zaman kazandirir diye düsünüyorum. Bazen bir ateş atağı gecesinin köründe anne-babanin aklina düsen bir soruya hizla yanit alabilesinin ne demek oldugunu iyi bilirim. 
  • Uzman degilim. PFAPA cok cesitli görünüsleri olan bir hastalik (aftli, aftsiz, karin agrili, karin agrisiz, 3 haftada gelen, 6 haftada gelen ates ataklari vb. vb). Sadece oglumun PFAPA vakasi hakkinda uzmanim diyebilirim. Bilgilerim güncel degil. Son 6 yildir bilimsel PFAPA literatürünü takip etmeyi biraktim. Son gelismelerden haberim yok.  
  • Son gelismeleri takip etmek, bilimsel makalelere ulasmak istiyorsaniz bunlara internet üzerinden direk erisim olmadigini farketmissinizdir. Fakat dünyanin dört bir yanindaki pek cok üniversitenin internet aglarindan (ister tip fakültesi olsun, ister olmasin) bu makalelere özel erisim hakki var. Herhangi bir üniversitede calisan ve hatta okuyan tanidiklarinizdan yardim isteyebilirsiniz. Ben öyle yapmistim. (Elsevier ve denklerine özel not: Kusura bakma ama o makale seninse,  bu da benim cocugum! Senin de dedigin üzere "Non Solus"...)
  • Özel olarak sorulmak istenen sorularda e-mail adresim Blogger profilimde ve ilk PFAPA yazisinin sonunda var. Hem Almanya'da yasadigim, hem de internet üzerinde anonim kalmanin önemine inandigim icin birakilan telefon numaralarini geri aramam sözkonusu degil, üzgünüm. 
  • Ilk PFAPA yazisinin bir öncesindeki ve bir sonrasindaki yazilar da cok tiklaniyor, ki konuyla bir ilgileri yok. Sanirim bu konuda blogda baska yazilar da var mi diye ariyor okuyanlar. Var, ama onlara en kisa yoldan PFAPA etiketine tiklayarak ulasmak mümkün.    
  • Tekrar özetlemek gerekirse, oglum ilk kez 1 yasindayken ates ataklari basladi. 4 haftada bir tekrarlayan ataklara dair PFAPA teshisi 3 yasinda kondu. 4 yas civarinda ates ataklari kendiliginden gecti. Bademcik ameliyati olmadi, bademcikler alinmadi. Teshis icin verilen bir doz disinda hic kortizon (prednisol) almadi. Oglum su anda (Agustos 2017) 10 yasinda. 
  • Dolayisiyla kortizon veya bademcik ameliyati konusunda kendi deneyimimize dayanan bir görüs bildirmem mümkün degil. 
  • Her PFAPA vakasinda cocugun ve ailenin kendine özgü durumlari (yasadiklari yer, acil durumda doktora erisebilme durumu, atak sıklığı, cocukta havaleye yatkinlik, yüksek ates toleransi, ailede havale gecirme hikayesi, vb, vb, vb..) farkli farkli oldugundan hic kimseye kendi tercihlerimizi bu işin tek dogrusu gibi tavsiye edemem; herhangi bir tedavi tavsiyesinde bulunamam. Bizim yaşadıklarımıza ve tercihlerimize dair soruları memnuniyetle yanıtlarım.  
  • Oglumun tüm PFAPA hikayesi boyunca yurtdisinda yasiyorduk. O sirada götürdügümüz ilk doktorlar ne olup bittigini anlayamadiysa da en azindan antibiyotik konusunda daima cekimser davrandilar. En agir gecen ataklarda bile antibiyotik kullanmadik. Teshis Almanya'da kondu. Bu sebeple Türkiye'de PFAPA konusunda uzman bir doktor bilmiyor, tanimiyorum. Maalesef herhangi bir sehirde önerebilecegim herhangi bir doktor yok. Tek bildigim, genel olarak cocuk doktorlarinin PFAPA'yi , KBB doktorlarindan veya baska uzmanlardan daha iyi tanidigi...Cünkü bu bir cocuk hastaligi. 
  • Benim bilgime göre PFAPA oto-immun bir hastaliktir; yani bagisiklik sistemi ortada bir sebep yokken asiri tepki vermektedir. Yani aslinda vücutta atesin yükselmesine sebep olacak bir virüs ya da bakteri ile bunlarin yol actigi bir enfeksiyon bulunmamaktadir. PFAPA ates ataklarinin 3-6 gün icinde, antibiyotik kullanilmaksizin, kendiliginden gectigi (elbette ates düsürücü destegiyle) tıp çevrelerinde bilinen ve kabul gören gercektir. Ve hatta tekrarlayan ateslerde doktorun aklina PFAPA'yi getiren önemli bir olgudur. Dolayısıyla PFAPA teshisi kondugu andan itibaren bir cocuga ates ataklari sirasinda kortizon ile veya tek basina antibiyotik veren doktora ben olsam (ve benim cocugum olsa) sebebini mutlaka sorardim. Bana bu resimde ya teshis, ya tedavi sorunlu görünüyor. Kisisel fikrimce PFAPA cocuklarina yapilacak en büyük iyilik, atesi kontrol altinda tutmayi basardiktan sonra, gereksiz antibiyotik almalarini en aza indirgeyebilmektir.
  • Oglumun ates ataklarını sadece ates düsürücü kullanip kontrol altinda tutarak kendiliginden gecmesini bekledik. Bu sirada yaygin kullanilan ates düsürücü Paracetamol tek basina yetmedigi icin (ki sürekli kullanimda yan etkileri de artik yüksek sesle konusuluyor),  Paracetamol ve Ibuprofen'i kombine ederek kullandik. Bu iki ilacin nasil kombine kullanilacagini mutlaka doktorunuza sorarak ögrenin, kendi kararinizla kullanmayin.
  • "Ates bagisiklik sisteminin normal ve saglikli bir tepkisidir; yararlidir, o yüzden hemen ilac verip düsürülmemelidir. Atesin enfeksiyon ile mücadele etmesine zaman taninmalidir" diye bir görüs var ve ben de dogru olduguna inaniyorum. Bu yüzden normal enfeksiyonlarinda mecbur kalmadikca ve ates asiri yükselmedikce ates düsürücü vermemeye calisiyorum ogluma. Fakat PFAPA bundan farkli bir sey, vücutta aslinda mücadele edilmesi gereken bir faktör yok, bagisiklik sistemi bilinmeyen bir sebeple kendi kendine ve asiri tepki veriyor. Bunu (gec de olsa) anladigim zaman oglumun fazla hirpalanmamasi icin PFAPA ataklarinda nispeten düsük ateste bile ("nispeten düsük ates" cocuktan cocuga degisir ve doktorla görüserek verilmesi gereken bir karardir) ates düsürücü kullandim. Elbette asiriya kacmamaya özellikle dikkat ederek. 
  • Blogdaki cesitli PFAPA yazilarindaki bazi linklerin gecerliligini yitirdigini ve kırılmış olduğunu farkettim. Zaman buldukca yenilemeye calisacagim. Bu tür linkleri bildirdiginiz taktirde hizla güncellemeye calisirim.
  • ...

(Bu yazi herhalde güncellenmeye devam eder.)

15 Ağustos 2017 Salı

Deli kızın battaniyesinde mutlu son


Eli tığ tutanların 15 Ağustos Granny Square Günü kutlu olsun  Bu vesileyle içimdeki granny'i uyandıranlara , başta Funda, Yaban Elma ve canım harunlar olmak üzere teşekkürü bir borç bilirim. Kare olmasa da granny olan "deli kizin battaniyesi"ni de yine bir delilik ederek sökmeyip sonunda dün aksam bitirmem ayrica bir hos tesadüf oldu. Geçmiş vakalarım malum olduğundan, son ana dek sökerim diye kendimden korktum doğrusu. Nihayet aferin bana 

Her ne kadar battaniyede 'deli kız' ekolünü takip etsem de, battaniye kenarında favorim @mrsssnufflebean'dir. Ördüğü battaniyelerin o derli toplu bitişlerine bayılıyorum :)  Kare kafama fazlasıyla hitap ediyor. Instagram'daki hesabına bir göz atın derim. 


13 Ağustos 2017 Pazar

Kur'an'da Tanrı ve İnsan


God and Man in the Qur'an - Semantics of the Qur'anic Weltanschauung
Toshihiko Izutsu
1964

Okudugum cogu kitap gibi bunun da bir ön hikayesi var. Bir arkadasimi Kur'an'da gecen kimi sözcüklerin kaynagi, kökeni, Kuran öncesi veya onun indigi dönemdeki anlamlari, kullanim sekilleri vb. üzerine taciz etmekteydim ki, careyi bana Izutsu'yu tavsiye etmekte buldu. "Izutsu da kimdir?" diye sorulacak olursa, 1914-1993 yillari arasinda yasamis Japon Islam bilimcisi, felsefeci ve dilbilimci. Erisemeyenler icin su bilgiler de Wikipedia'dan: Eski Ahit'i okuyabilmek icin Ibranice ögrenerek baslamis ise. Sonra Almanca bir ders kitabindan (demek ki bu arada Almanca da biliyor) Arapca ögrenerek devam etmis. Yaklasik ayni siralarda Rusca, eski Yunanca ve Latince ögrenmekteymis. 10 dili otodidaktik yöntemle kendisi ögrenmis. Toplamda 30 dil biliyormus. Aralarinda Türkce'nin de olmasi da olasi. Cünkü kitapta Türkce üzerinden örnekleyerek yorum yaptigi bir kac satir var. Bu paragrafi "Vay be" diyerek bitiriyoruz.

Hikaye Izutsu kitaplarinin eyalet kütüphaneler aginda bulundugunu farketmemle devam etti. Iclerinden birinin kapagina dokunabilmemin bir siparise baktigini bilmek güzel bir duyguydu :) Fakat cesitli sebeplerle bir türlü siparis edemedim. Aklimin bir kösesinde ve okunacaklar listemin üst siralarinda beklemeye devam etti Toshihiko Bey.

Sonunda Oz Büyücüsü'nü ararken listemde gözüme carpmasiyla bu kitabini da Internette .pdf formatinda buldum. Ne yazik ki .pdf formatli e-kitaplarla bir sorunum var. Ekranda beliren minicik harflerle epeyce savasarak 50. sayfasina dek eristim (ki okurken nadiren sayfa sayarim), daha sonra buldugum ara cözümle de biraz rahatlayarak bitirmeyi basardim.

Türkce'ye (eger internet arastirmam beni yaniltmiyorsa) "Kur'an'da Allah ve Insan" ve "Kur'an'da Tanri ve Insan" adlariyla iki ayri yayimevi tarafindan iki kez cevrilmis olan kitap, önsözünde de belirtildigi gibi "Kur'an'in Semantigi" gibi bir isimle ve bu bakis acisiyla da okunabilir. Fakat   Kur'an'da kullanilan kimi temel kavram ve terimler (örn. Allah, takva, küfr, kafir, vahiy, nebi, hak, batil...) üzerine yogunlasirken, bir yandan da Tanri ve insan arasindaki iliskinin bu dinin kutsal kitabinda (ve dolayisiyla dinin kendisinde) hangi cercevede tanimlandigini kelimelerin kullanilmalarini analiz ederek yorumluyor. Ayrica pek cok cizim ve aciklamayla dilbilim ve özel olarak da semantik biliminin herhangi bir metni analiz ederken nasil calistigina dair de fikir veriyor.

Kitabin güzel yani, bize Kur'an'da özenle belli sekillerde ve anlamlarda kullanilmis ve artik din dilinde birer kavrama dönüsmüs sözcüklerin Kur'an öncesi hikayesini de anlatmasi. Cünkü biliyorduk ve o yüzden kimi arkadaslari taciz ediyorduk ki, bu sözcükler bu kitapla beraber ve zembille gökten Arap yarimadasina inmediler; belki baska anlamlarla, belki ince nüans farklariyla o  dönemde o cografyada zaten kullanilmaktaydilar. Iste Izutsu bunlara dair -bir teknik terim olarak- "Cahiliye" (yani Islam öncesi) dönemindeki sözlü edebiyat ve siirlerden örneklerle bize hangi sözcüklerin politeistik bir kültürde baska anlamlarda kullanilirken, Kur'anla birden tartisilmaz bir monoteistik cercevede kullanilmaya baslandigini (örn. "Allah"), hangi sözcüklerin dini dünyanin disinda, nispeten dünyevi, nispeten somut anlamlarla kullanilirken Kur'an'da soyut, ruhani ve dini anlamda kullanilmaya baslandigini (örnegin "takva") gösteriyor. Bizi cesitli örneklerle 6. yy. Arap Yarimadasi'na götürüyor, sehirlerinin sokaklarinda veya cölde Bedevi cadirlarinin arasinda dolastiriyor. O toplumun o dönemdeki ruh halini sözcükler üzerinden iz sürerek anlatiyor bize. Iste böylece bir kitabin ne yazik ki -belki de böyle olmasi bilincle tercih edilerek- adeta vakumda asili kalmis cümlelerini bir cercevenin icine, bir geri planin önüne yerlestiriyor. Bizi bir tiyatro sahnesinin önüne oturtuyor adeta Izutsu; "iste bak bu "kafir", bu da "takva sahibi" diyor. Cümleleri sahiplerinin agzindan duyuyoruz. Kur'an'da yer almayan, daha önce siirlerde söylenmis cümleleri, replikleri duyuyoruz . Kur'an'in neye cevap oldugunu daha iyi anliyoruz böylece. Yüzümüzü dekora ceviriyor, "bak bu sırâtel müstakîm (dogru yol)" diyor örnegin. Bize cölde "yol"un anlamini anlatiyor. O zaman anliyoruz "yoldan sapmak" bir Arap'in dünyasinda ne demektir. Bize "ayat"in bildigimizi sandigimiz ikinci anlamina (isaretler) baska bir gözle bakmayi öneriyor. Bizi sessiz ve tepkisiz bir Tanri'nin evreninden alip;  her an, her saniye bizimle konusmakta olan bir Tanri'nin evrenine savuruyor. Sevincle doluyoruz. Bize Karl Jaspers usulüyle varolusculuk örneginde oldugu gibi yeni kitaplar, üzerine düsünecek yeni fikirler veriyor Izutsu. Sükranla doluyoruz. Disarida böyle insanlar ve böyle insanlardan haberdar eden insanlar oldugu icin mutlulukla doluyoruz...
Bi sey okuyordum...
da birden aklima geldi.

Satürn evlatlarini hep kahramanlik sosuna bulayarak yiyor.
Çünkü bir taraftan uyuşturup ağzına götürürken debelenmelerini önlüyor bu sos evlatlarin, diğer taraftan da lezzete lezzet katiyor.

Yep, dolambaçlı bir cümle oldu. Üstelik de dam üstünde saksağan.
Kendime not: Bir ara "saksağan"ın etimolojisini de çalışmalı...

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Aralık'a örüyorum



Sökmedim, hala örüyorum :)
Ağustos'un sıcağında, Ağustos'un sıcağını,  Aralık'a örüyorum.
İçimde renkler...

Yalniz bugünden itibaren hava da iyice sogudu. Annem "Eylül'ün yarısı kış" der her zaman; buradaki yaşıtı teyzeler ise "Ağustos'un yarısı kış" diyorlar. Bundan sonra belki de sadece bir Golden Oktober umabiliriz. Daha perdeleri yıkayacaktım ama ben ya.... :(

10 Ağustos 2017 Perşembe

Her sabahin 06:56'si


Tarlalarda hasat,
ray kenarlarinda esekotu zamani...

Bu arkadaslar 17. yüzyıla dek Eski Dünya topragi görmemisken, bu tarihten sonra Kücük Asya eşekleriyle hangi türden bir tanisikligi olustugunu merak ediyorum.

Bitkilere belli coğrafya ve kültürlerde verilen isimlerden o kültürlere iliskin cikarimlarda bulunabilmenin ihtimali, teorisi, bilimi üzerine hic arastirma, calisma, doktora tezi vb. var midir, eger yoksa bu neyin isaretidir diye merak ediyorum.

Cocuklugumun bazi yazlarinda en büyük eglencelerimden biri, aksam yemeklerini cala kasik bitirip tam günes batmaya yüz tutmusken bahceye kosup, iste bu arkadas veya bir kuzeninin gözle görülebilir acilisini izlemekti; cünkü esekotu falan degil, "aksam sefa"mizdi o bizim. Bu fotografi bir sabahin 06:56'sinda nasil cekebildigimi merak ediyorum.

Her sabahin 06:56'sinda bunca merak edilecek konuyu bize sunabilen bir dünyadan böylesine kapali gözlerle nasil gecip gidebildigimizi ayrica merak ediyorum.


9 Ağustos 2017 Çarşamba

Natürvital kompozisyon



Bazen doganin kendine özgü kompozisyonlari var, bizimkini kat kat aşar...
Üstelik natürmort da değil, gayet 'natürvital'...
Öyle zamanlarda kareleyip deklanşöre basmakla yetinirim, haddimi bilirim.
Sağ üst köşedeki arkadaşa annem terlik papuç alacaktı, biraz bekle de büyüsün, ayak numarası kesinleşsin dedim... Böyle de netim. 

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Oz Büyücüsü


The Wonderful Wizard of Oz, L.Frank Baum, 1900

Hic parantez acarak kitap okur musun? Ben yeni bir kitap okuma teknigi olarak görmeye basladim bunu. Okudugun kitapta bir baska kitaba ilginc bir referans varsa, ara verip referans verilen kitaba bir parantez acmak, mümkünse önce onu okuyup bitirmek, sonra parantezi kapatip kaldigin yerden ilk kitaba devam etmek...

Bazi kitaplarda (örnegin Sedlacek'in Türkce'ye "Iyi, Kötü ve Ekonomi" adiyla cevrilmis kitabinda) bunu yapmadigima bugün pismanim.

Ve bu yüzden David Graeber'in  Borç:Ilk 5000 Yil adli kitabini okurken Amerikan cocuk edebiyatinin önde gelen hikayelerinden Oz Büyücüsü'nün aslinda allegorik bir kitap oldugunu; cocuklara anlattigi yüzeydeki hikayenin altinda biz yetiskinlere de para ve ekonomi üzerine 1900'lerin Birlesik Devletler'inden bir hikaye anlattigini okuyunca "iste burasi parantez acmaya uygun bir yer" diye düsündüm. Cünkü Borc: Ilk 5000 yil;  Iyi, Kötü ve Ekonomi ve Kutsal Ekonomi gibi kitaplar bence böyle okunmali, yoksa eksik olacaklar.  

Dönelim Oz Büyücüsü'ne... Gerci yazari Baum hicbir zaman kitabi bir allegori olarak yazdigini söylememis. Fakat Graeber ve baskalari Dogu ve Bati'nin Kötü Cadilari'inin, Oz Büyücüsü'nün, Teneke Adam, Korkuluk ve Aslan'in, Zümrüt sehre giden sari tugladan döseli yolun, Dorothy'nin gümüs ayakkabilarinin...hepsinin birer simge oldugunu söylüyorlar.

Evet, bilerek ve buna dikkat ederek okununca bir allegori var gibi gercekten. Konuyu ilginc bulanlar Oz Büyücüsü'nün hemen ardindan 1964 yilinda Henry M. Littlefield tarafindan yazilmis "The Wizard of Oz: Parable on Populism" adli makaleyi de okuyabilirler; internette PDF olarak var.

Hizimi alamayip bir de "The Wizard of Oz and Philosophy" adli kitabi okumaya baslamistim ki,  hayal kirikligina ugrayip yarim biraktim.  Yüzlerce sayfalik bir kitap, 2008 yilinda yazilmis, "herhalde epey bir arastirmaya dayanmistir" varsayimiyla eline aliyor insan ama orijinal kitaptan cok 1939'da cevrilmis filmine dayandigini ve allegorik yapisindan habersiz göründügünü, bu konuda tek bir söz bile etmedigini ve örnegin Littlefield'in son derece basit ve akla yakin aciklamalar getirdigi temalar icin onlarca sayfa boyunca, cok da aklima yatmayan sekilde "felsefe yaptigi"ni anlayinca okumak icin bir istek birakmadi bende.

Haa bir de, 1939'da cevrilmis ve neredeyse klasik haline gelmis olan filmi su veya bu kanalda bir kac karesini görmenin ötesinde seyretmemistim ben. Bir kitabi daha filmini seyretmeden okumayi basardim :) Oz Büyücüsü'nü ilk baskisindaki gibi W.W. Denslow'un cizimleriyle okumak ise ayri bir zevk oldu:



Simdi parantezi kapatip Borc:Ilk 5000 Yil'a geri dönebilirim :)


6 Ağustos 2017 Pazar

Hindibanin ebeveynlik halleri - no. 127453



Temmuz sonu itibariyle ilkokulu bitirmis bir cocuga sahibim :) Ve gecen dört seneye, üc yillik anaokulu deneyimini de eklersek, kendimi Almanya'da (en azindan belli bir eyaletinde) (ilk)okul sistemi üzerine üc bes laf etmeye yeterli gördügümü söyleyebilirim :) Türkiye'nin seksenlerinde ilkokul okumus biri olarak da birazcik karsilastirma yapabiliyorum.

Bazi seyler cok farkli. Örnegin elisi derslerinde cinsiyet ayrimi yok. Erkekler ve kizlar bir arada kille calismakla kalmadilar, kizlar ve erkekler bir arada cekic kullanip marangozluk yaptilar ve bir arada tığ kullanmayı öğrenip sıkı iğne teknigiyle fotografta görülen eseri calistilar. Yani? Simdi hem cekic, hem de tığ kullanmayı biliyorlar, yetişkin yaşamlarında hangisini kullanmaya devam edecekleri kişisel tercihlerine bırakılmış.

Bazi seyler ise ayni :) Örnegin eli isi ögretmeni sinifta üc bes sıra örmelerinden sonra eseri eve gönderdi, bir hafta sonra 8 cm. örülmüs olarak geri getirmelerini istedi ve acikca söylemese de 8 cm.yi kimin ördügünü önemsemedigini, ebeveynin de yardim edebilecegini ima etti. Ev Ekonomisi dersinde ördügü dantel isini bitirmesi icin annesine götürmüs bir cocuk olarak hic garipsemedim, hic yabancilamadim... Yalniz bu ögretmen "ebeveyn"in yardimini ima etti dikkat, "anneniz örsün" demedi :) Anneniz önümüzdeki hafta parçacık teorisiyle ilgili çok önemli bir uluslararasi kongreye katilacagindan azicik mesgul olabilir, degil mi? Babaniz ilkokuldayken sinifin en iyi tığ kullanılanı seçilmiş olabilir, değil mi? Neyse ki yillardir kullanmaya kullanmaya unuttugum tığı son bir kac yildir tekrar kullanmaya baslamistim da, ögretmen eve elisi ödevi gönderince alnimin akiyla ciktim bu 8 cm. meselesinin icinden :)

Fotograf ayni zamanda bir itiraftir :)

Aslinda Almanya'da ilkokul sistemi üzerine edilecek daha bir araba dolusu lafim var, ama onlar da baska fotograflarin altina kalsin bakalim :)


5 Ağustos 2017 Cumartesi

Engerek/kafası/otu/vb.



Temmuz ayından kalma bu 'tutunan', bir doğumgünü kutlamasina giderken durakta karşımiza çıktı. Ilginc olan su ki, hep ayni arkadasimla bulusmaya giderken karsima cikiyor (bu kez dogum günü cocugu o)  ve hep günese vermis oluyor kendini; ben fotograflamakta güclük cekiyorum hep. Bu kez oglumdan rica ettim gölge etmesini fakat cok da ise yaramadi bu ihsani.

Echium, ve herhalde vulgare. Almanca'da 'Natternkopf' diyorlar, ki 'Engerek kafası' demek. Kaldı ki Türkçe'de de 'engerek otu' diyorlar. Ve zaten "Echium"un da Yunanca engerek olduğunu okumak mümkün. Ingilizce'sine, Fransizca'sina, Ispanyolca'sina filan bakmiyorum artik, vaktim yok, ama baksam eglenceli olacak kesin :)

Niye?
Çünkü
a) rivayet o ki, engerek sokmasina karsi kullaniliyor eski Yunan'da
ve
b) tohumlari engerek kafasina benziyor
ve
c) belki de ikisi birden

Bitkilerin "tutunan"ını ve isimlerinin etimolojisini çağın engerek sokmasından beter yaralarına yara bandı diye kullanıyorum, belki biliyorsun. Geniş bir yara bandı repertuarım var, belki bilmiyorsun.

Ondan bu sinirlerimi aldırmış hallerim...


  

3 Ağustos 2017 Perşembe

isteksizim ne yalan söyleyeyim



Birini söküp digerini örmeye devam ediyorum. Bazen hatta tamamen üşengeçliğimden eş zamanlı olarak birinden söküp digerine örüyorum. Ve bu görünüste basit iş beni derin derin düsündürüyor. Evrende hiçbir şey yoktan var olmuyor ve var iken yok olmuyorsa yaşam da şu yukarıdaki fotoğraftan farklı mı? Doğdugumuz andan itibaren neyi 'simültane' söküp yaşadıgımıza örüyoruz ilmek ilmek? Öldügümüzde söktügümüz nedir ve neye 'örüyoruz' devamla?

Neyse ki renk var. Çünkü ışık var neyse ki... Sessizce, kendini çok öne çıkarmadan, kenardan fotoğrafa vuranımız.  Ama o olmazsa olmazımız. Olduğu için olduğumuz. Söke öre dönüşüp dönüştürdüğümüz...

Ve insan ne ve insanın sınırı ne aslında?

Ve muğlak bütün bunlar, biliyorum ve açık net yazmaya isteksizim ne yalan söyleyeyim.

Ve yine de bir şey anlatıyorsa sana ne mutlu bana, ve bir şey söylemiyorsa sana bil ki üşengeçliğimden ve üzgünüm.