28 Ocak 2015 Çarşamba

Zaman üzerine




Alles hat seine Zeit, nur ich hab keine
Karlheinz A. Geißler
oekom, 2011

Karlheinz Geißler icin ne diyebiliriz? Zaman profesörü? Zamanin ekonomisi, kültürü, sosyolojisi ve psikolojisi üzerine kafa yoran akademisyen. Wikipedia'daki biyografisine göre ehliyeti yokmus ve 25 yildir saat kullanmiyormus :)

Bir baska kitabini kütüphaneye bitiremeden iade etmek zorunda kalmam iki yildir canımı sıkıyordu. Yarim kalmis kitaplari sevmem, ayrica ilgimi de cekmisti. Fakat asil tavsiye edilen kitabi buydu. Kütüphanede rastlamak ve bölümlerinden birinde yarim kalmis kitabindan paragraflarla karsilasmak hostu :)

Farkindaysaniz lafi dolandiriyorum. Cünkü öyle ilginc, öyle düsündürücü ve öyle dolu bir kitapti ki ne tarafindan baslasam, hangi kismini anlatsam bilemiyorum :) En iyisi Geißler gibi ve cagimin cocugu olarak kronolojik gideyim :)

Bu kitap zaman üzerine. Zamanin ne olduguna dair derin bir felsefi tartismaya girmiyor. Zamanin fiziksel bir fenomen olarak ne oldugunu da tartismiyor. Bunlari baska uzmanlara ve baska kitaplara birakiyor. Daha cok zamani algilayis ve yasayis tarzimiz üzerine durum tespiti yapiyor, fikir yürütüyor. Yazar yasadigimiz bütün caglari geriye dogru bakip analiz edecek olursak 3 temel döneme ayirabilecegimizi söylüyor:

1) Premodern zaman anlayisi - Baslangictan saatin icadina dek
2) Modern zaman anlayisi - Saatin icadindan 20. yüzyilin sonuna dek
3) Postmodern zaman anlayisi - Simdi ve burasi :)


Premodern devirde bir cok dilde "zaman" sözcügü ve soyut bir zaman kavrami yok. Almanca'da gramer olarak gelecek zamana denk gelen Futurum formu Ortacag'da bilinmiyor, kullanilmiyor.  Zaman bazi dillerde "hava durumu" ile ayni sözcük. Cünkü zamani belirleyen sey doga, havanin durumu, ay, günes gibi gökcisimlerinin hareketleri.  Bu dönemde insanlar eylemlerinde dogayla uyumlu ve dogaya bagli. Is gününü günesin durumu belirliyor. Tarimsal aktiviteleri, avciligi, balikciligi mevsimsel döngüler belirliyor. Sosyal iliskileri ve sosyal yasami ve bu arada dinin yasanis seklini de yine doga ve doga olaylari (gün icinde özellikle günesin pozisyonu) belirliyor. Dogallik, esneklik, kesin olmayis ve yerellik bu dönemin zaman anlayisinin temel özellikleri. Hizlanmak, ilerleme ya bilinmiyor; ya da hos karsilanmiyor. Zaman üzerinden para kazanmak sözkonusu degil; zaman insanin degil Tanri'nin; bu yüzden zamanin tam bir ölcümüne ekonomik acidan da gerek duyulmuyor.  Ayrica bir döngüsellik var. Mevsimler cografyadan cografyaya degisse de, kendi icinde sürekli birbirini tekrarliyor. Günler geceleri takip ediyor . Bu döngüsel tekrarlayisin icinde yasanan bir ritm var. Premodern zaman ritmik bir sekilde kendi cemberinde akip gidiyor. Ama bu monoton bir akis degil. Kendi icinde hizlandigi, yavasladigi, deneyim olarak derinlesip yüzeysellestigi durumlar var. Tüm bunlar zamanin nicelikten cok nitelik olarak deneyimlenmesi sonucunu getiriyor. Bu konuyu sosyal medyadaki arkadaslarima sordugumda bana Anadolu'dan, büyüklerimizden , özellikle kirsal kesimden animsadiklari (bir kismi hala devam eden) bir cok örnek saydilar ki, bir cogu kitapta Almanya'nin özellikle Bayern'in köylerinden aktarilanlarla inanilmaz benzerlikler gösteriyordu. Dogum tarihlerinin kesin bilinmeyisi ve bunun yerine "kiraz zamani, dut zamani, ayva zamani" denmesi, günlük randevularin dini ibadetlerin, ritüellerin öncesi ve sonrasindaki muglak zaman araliklarina atfedilerek kararlastirilmasi ("ikindi ezanindan sonra", "aksam cani calinca"), gün icinde zamanin günesin belli nesneler (daglar, tepeler) üzerinden gecisi veya gölgenin boyuyla tahmin edilmesi gibi.

Modern devir: Kitaba göre 1280- 1320 arasi (tam bilinmeyen muglak bir zamanda :) Milano yakinlarindaki bir manastirda adi bilinmeyen bir kesis tarafindan mekanik saat icat ediliyor. (Bu bilgi benim bildigimden farkli ve ayri bir arastirma konusu) Kesisin amaci manastirda ibadet saatlerinin kacirilmasini engellemek; aslinda daha cok bir calar saat icat ediyor. Motivasyonu tamamen dinsel. Fakat ironik bir sekilde saat zamanin yasanis seklini dinin hegamonyasindan cikarip sekülerlestiriyor. Zamanin standartlasmasi ve  nitelikten siyrilip tamamen nicel olarak deneyimlenmesi yeni bir zaman anlayisinin da kapilarini aciyor. Önceleri siyasi gücler (feodal efendiler, krallar vb) saat üzerinden zaman üzerinde bir güc kazaniyor. Herkese ne zaman ne yapacagi, ne kadar calisacagi, sehir kapilarinin ne zaman acilip ne zaman kapanacagi cok daha net sekilde söylenebilir oluyor. Baska güc nesneleri (para, bilgi) güclerini gizlilik ve belli bir elde tutulur olmaktan alirken zaman herkesin bilmesi üzerinden güc sagliyor. Bu yüzden 14. yy.dan itibaren saatler ( kilise kuleleri veya özel olarak saat kuleleri) sehrin görselligine dahil oluyor. 15.yy.dan itibaren zaman üzerindeki otorite kiliseden cikip dünyevi güclerin eline geciyor. Siyasi güclerden kisa bir süre sonra zanaatkarlar ve tüccarlar zamanin degisik sekillerde paraya cevirilebilecegini kesfediyor. "Zaman kaybi" terimi ilk kez bu dönemde kullanilmaya basliyor. Ve ilk kez bu dönemden itibaren insanlar zamani, zamanin yetmeyisini, kaybini bir sorun olarak görmeye basliyor. "Time is money" ifadesi 1758'de Benjamin Franklin'in bir kitabinda geciyor. Endüstriyel toplumun temel mottosu. Zaman paraya cevirilebilir oldugu icin net bir sekilde de ölcülür oluyor. 15. yy.da Cenevizli noterler isledikleri belgelerin altina sadece günün tarihini degil, islem saatini de not etmeye basliyorlar. Yeni zaman anlayisi zamanin yeni ve fiziksel bir tanimini da gerektiriyor. O tanim Newton'dan geliyor: " kesin, gercek ve matematiksel zaman, dissal herhangi bir varlikla herhangi bir etkilesimi olmadan dogasi geregi monoton bir sekilde akar". Newton'un tarifi nitel degil, nicel olan; dogal ve dinsel kontaminasyonlardan temizlenmis, saf ve paraya cevrilebilir bir zaman sunuyor bize :) Bu tür zaman premodern'in su ve kum saatlerindeki gibi akip gitmiyor; keskin araliklarla "tik-tak"liyor. Artik ritm yok, "takt" var. Her sey sirayla, birbiri ardinca ve yüksek tempoyla yapiliyor. Is yasamindan günlük yasama dek her sey "tik-tak"liyor. "daha hizli, daha hizli, daha hizli!" cagin mottosu haline geliyor.

Postmodern devir: Ikinci Dünya Savasi'ndan sonraki yeniden insa dönemi sirasinda dönemin politikaci ve ekonomistleri (özellikle ABD'nde) kapitalizmin amacladigi türden sürekli bir büyümenin sürekli hizlanarak mümkün olamayacaginin farkina variyor. 20. yy.in sonu itibariyle hem ekonomik, hem de fiziksel olarak büyümenin ve hizlanmanin sonuna vardigimizi farkediyoruz. Bu noktada postmodern zaman anlayisi ortaya cikiyor. Elektronik aletlerin ve bilisim teknolojisinin gelisimi hem bu zihniyeti destekliyor, hem de teknolojik olarak mümkün kiliyor. Devir "simultant"larin devri. Simultant nedir? Ingilizce'deki multitasking kavramiyla asina oldugumuz ayni anda birden cok isi yapma, birden cok deneyimi ayni zamana sigdirma ve böylece hiz kazanma cabasini günlük yasamin her alaninda ve sürekli uygulayan kisi demek. Simultant asiri esnek, sürekli erisilebilir, sürekli hareket halinde (fiziksel olmasa da dijital olarak) , sürekli "online", herseye dahil ve herseyin icinde. Paralel is yapmak aslinda yeni bir icat degil, antik caglardan beri nadir de olsa örnekleri var. Özellikle kadinlarin mecburiyetten cokca basvurdugu bir yöntem. Ancak tarihin hicbir döneminde bu kadar baskin ve yaygin bir aliskanlik haline gelmis degil. Oysa insan beyni (bilgisayarlardan farkli olarak) ayni anda birden cok isi ayni anda yapma becerisine sahip degil, multitasking insan icin bir yanilsama; bir stress ve yorgunluk kaynagi; Frank Schirrmacher'e göre "fiziksel yaralamanin postmodern formu". Kimilerine göre cocuklarda ADHS, yetiskinlerde COS, burn-out, depresif ruh hali ve sürekli yorgunluk hissinin asil sebebi. Modern cagin mottosu "her sey ardi ardina" idi. Yeni cagin mottosu "hersey ayni anda ve hem de hemen" . Zaman artik linear degil, paralel akiyor. Zaman artik kol ve duvar saatinde degil,  cep telefonunun ekraninin kösesinde. Cep telefonu gibi sonsuz, ucsuz bucaksiz, kenarsiz ve merkezsiz bir agin ortasindan, herkese kendine uygun olarak (time-zone!) bildiriliyor. Üretim iliskileri degisiyor. Fabrika bantlarinin uzak ve az gelismis ülkelere gönderilmesi, mühendisin yerini software engineer'in almasi tesadüf degil. Premodern dönemde herseyin bir yeri ve zamani vardi. Artik hicbir seyin belli bir yeri ve zamani yok. Biraz basimiz dönüyorsa bundan olabilir :)

Peki yeni zamanlar iyi mi kötü mü? Geißler'in buna yaniti "farkli" seklinde.

Basa cikmak icin tüm zamanlari tanimak, zaman algilayisimizin kökenini anlamak ve yeni ( ve eger varsa öyle bir sey, dogru) zaman anlayisimizi bütün bunlarin üzerine kurmak iyi bir fikir olabilir.

Bu kitap bunun icin iyi bir baslangic.
Sadece anadilinde basilmis olmasi, Ingilizce ve Türkce'ye (umarim henüz!) cevrilmemis olmasi ne üzücü :(


Katla !


Bazi seyler hem yapimi kolay, hem rafine, hem de islevsel olunca cok seviyorum ben :)




26 Ocak 2015 Pazartesi

hayat ne garip

Dün aksam yemeginde:

O - Anne, Jüpiter dünyaya meteoritlerin carpmasini nasil engelliyor ki? O cok geride, böyle arkada (eliyle göstererek)
Ben - E, dev gibi büyük ya, bütün meteoritleri kendine cekiyor. Jüpiter olmasaydi hepsi bi tarafa sacilirdi, bi kaci da gelip dünyaya carpardi.
O - Peki dinazorlari yok eden meteorite neden engel olamadi? (Buyur burdan yak! Bu baska bi hikaye, baska bi kitaptan. Ama cocuk akli bagliyor iste ikisini bir güzel)
Ben - Eee, belki de o zamanlar Jüpiter daha bu kadar büyümemisti. Dinazor cagi dedigin nerden baksan kac milyon yil önce. Belki daha kücüktü o zamanlar, bu kadar meteor cekemiyordu kendine...
O - Himm, Jüpiter kücüktü diye dinazorlar öldü desene...
Ben - Eee, yani, olabilir, bak hic o acidan düsünmemistim.

Evet, hic o acidan düsünmemistim. Bazi devler daha yeterince büyüyüp dev olamadi diye , bazi baska devlerin ölümüne sebep olmus olabilir mi su hayatta?

Bir büyügümüzün dedigi gibi : "hayat ne garip"...

25 Ocak 2015 Pazar

Çirkin

...
Hizli adimlarla aralarindan ayrildi ve tekrar bahceye döndü. Ama Sarkis, cogunlukla süpheler icinde olan, dedi ki:
"Peki ya cirkinlik Usta? Hic bir zaman cirkinlikten konusmuyorsun."
Ve Almustafa ona yanit verdi ve sözcükleri kirbac gibiydi:
"Arkadasim, evine gelen ama kapini calmayan biri senin konuksever olmadigini söyleyebilir mi?
Ve anlamadigin yabanci bir dille konusan kisi sagir oldugunu ve kendisini dikkate almadigini iddia edebilir mi?
Cirkin saydigin sey, erismek icin hic caba harcamadigin ve gercek anlamini anlamayi hic dilemedigin sey degil midir?
Cirkin bir sey varsa gözümüzdeki capak, kulaklarimizi tikayan kirdir.
Kendi anilari karsisinda ruhun duydugu korku disinda, arkadasim, hicbir seye cirkin deme. "
"Ermisin Bahcesi"nden, Halil Cibran

FB - 26.04.2014

24 Ocak 2015 Cumartesi

Çocuklar Neden Başarısız Olur?



Aus schlauen Kindern werden Schüler
-Von dem, was in der Schule verlernt wird-
John Holt
1964, 1982

Oglum okula gitse de, okulsuz egitimle ilgileniyorum. Okulun gül bahcesi olmadiginin farkindayim. Cocugumu ne kadar az yarayla oradan cikarabilirsem kardir diye düsünüyorum. Üyesi oldugum okulsuz egitim grubunda John Holt'un kitaplari bu konunun kutsal kitaplari gibi anlatilinca, ben de okumak istedim. Neyse ki kütüphanedeki yegane John Holt kitabi ayni zamanda onun bu konuda yazdigi ilk kitapmis. Cünkü bir yazarin kitaplarini kronolojik sirayla okumak konusunda hafifce takintiliyim. Orijinali 1964'de ABD'nde How Children Fail adiyla yayimlanmis.Ayni kitap Türkce'ye de "Cocuklar Neden Basarisiz Olur?"  adiyla cevrilmis.

Acikcasi en basinda kitabin beni cok icine almadigini hissettim. Kendimi birden cok uzak bir yerde, cok uzak bir zamanda, belirsiz bir okulda süregiden bir deneyin ortasinda buluverdim sanki. John Holt meslektasi Bill Hull'la ayni sinifa ögretmenlik yapiyordu ve ilginc gözlemlerini bir günlükte not ediyordu; ve fakat burasi neresiydi ve biz kimdik pardon? Sanirim Holt'un belli bir kronolojik düzende tuttugu günlügü daha sonra kitaplastirirken dört ana temasal baslik altina dagitmasi da kafami karistirmisti. Önceki yil, sonraki yil bahar, Bill Hull'in sinifini gözleyisim, Bill Hull'in sinifinin benim olusu... bitip tükenmez sekilde tekrarlaniyor gibiydi (Dikkat; yine kronoloji takintisi!) Üstüne kitaba sonraki yillar boyunca da bazi ekler yapilmis. Bir paragraf sonra yazarin belli bir durumla ilgili 21 yil sonraki görüsünü ya da  sözkonusu cocugun yetiskinlik hallerine dair gözlemleri de okumak mümkün. 

Fakat yapacak bir sey yok. John Holt'u kaybedeli 30 yil olmus. Elimizdekinden en iyisini cikarmak gerek. Dedigim gibi yazar kitabi dört temasal basliga bölmüs:

1) Cocuksu Stratejiler: Cocuklar okulla ve okuldaki otoriteyle basa cikabilmek icin hangi stratejileri gelistirir?: Bu bölümde aslinda basarili bir ögrenci olmama ragmen kendi cocuklugumun stratejilerini animsadim ve gülümsedim. Thinker (Düsünen) ve Answer-giver ( Cevap verici) (Sanirim Holt'un kullandigi orijinal terimler bunlar) ayirimi ilgincti; oglumu bu acidan gözleyecegim.

2) Korku ve Basarisizlik: Bu bölümde cocuksu stratejilerin sebebi, ana kaynagi tartisiliyor: Korku, hep korku. Basarisizlik korkusu, otoriteden korku, ceza korkusu, siddet korkusu, diger cocuklardan ve onlarin tepkilerinden korku. Bu bölüme bakilirsa okullarda aleni olmasa da gayet subliminal, gayet örtülü sekilde korku kol geziyor. VE bu korku gercek ögrenmenin önüne geciyor. Sanirim onaylayabilirim. Ve okuldaki örtük korkuya dikaktimi cektigi icin mütesekkirim. Evde bunu hafifletecek cözümler bulmaliyim. 

3) Cocuklar aslinda nasil ögrenir? Baslik kendini acikliyor. Bu bölümde kendi cocuguma nasil yardimci olabilecegim üzerine bir cok bilgiyle karsilasiyorum. Ya da ögrenmis gibi göründügü bazi durumlarda aslinda  ögrenip ögrenmemis oldugunu tekrar test etmenin gerekliligine bi kez daha ikna oluyorum. Okulun neden cocugun gercekten ögrenmesine köstek oldugunu da tartisiyor bu bölüm.      

4) Okullar neden basarisiz oluyor? Fakat okullarin cocuklarin ögrenmesine neden engel olduguna dair asil tartisma bu bölümde. Holt kafamda bir soru olusmasina sebep oluyor. Okul bastan sona mi bir basarisizlik sebebi? Yoksa sadece yanlis organize edilmis olmasi mi bir sorun? Yani "baska türlü bir okul" ile her sey farkli mi olurdu? Bazen ögrencilerinde yarattigi farka bakinca, cocugun konvansiyonel bakisli bir ana-babayla evde egitilmesindense, Holt gibi cocuklari seven, cok iyi gözleyen ve fark yaratabilen bir ögretmenle okulda egitilmesinin daha iyi olacagini düsünüyorum. Fakat sonraki paragraflarda (herhalde bi 20 yil var yine iki paragraf arasinda) Holt okulun kökten, kurum olarak bir sorun oldugu tezini ortaya atiyor. 

Demek ki neymis? Tüm tezini daha iyi anlayabilmek icin diger kitaplari da okunacakmis ;)  
Keyifli ve korkusuz okumalar dilerim :)

21 Ocak 2015 Çarşamba

Fakir ama Organik


Arm aber Bio!
Mit wenig Geld, gesund, ökologisch und genusvoll speisen.
Ein Selbstversuch
2010

Bir zamanlar fakir ama gururlu bir genc vardi. Himm, pardon, daha cok azimli ve merakli, orta yasli bi kadindi. Ayrica tam fakir de sayilmazdi. Sadece issizdi.

Bi dakika, bi dakika en basindan alayim. Bir zamanlar , yani 2009 ekonomik krizi Avrupa'yi vurdugunda, calistigi dergi kapatildigi icin issiz kalan bir kadin vardi. Iyi kötü bir birikimi oldugu icin, issiz kalisini cok kafaya takmadi. Uzun zamandir aklina takilan baska bir soruyu yanitlamak icin bu dönemin iyi bir firsat olabilecegini düsündü hatta.

Soru suydu: Almanya'daki en düsük gelir düzeyiyle tamamen organik beslenmek ve bu arada belli besin türlerine asiri yüklenmeden, günde 5 porsiyon sebze ve meyvesiyle dengeli ve saglikli beslenmek mümkün müdür?

Almanya'daki en düsük gelir düzeyine kisaca Hartz IV diyoruz. Sosyal yardim. Kabus. Kisi basina aylik gida/beslenme bütcesi 132, 71 Euro (Mayis 2009 itibariyle). Günde 4, 35 Euro'ya tekabül ediyor. Ve bu bütceyle ta-ma-men organik beslenmek! Saka gibi!
Arm aber Bio! Rosa Wolff'un bu soruya yanit arayisinin kitabi. Bir deneyim kitabi. Özellikle organik beslenmeyle ilgilenenler icin ilginc bir kitap. Hele de Almanya'da yasiyorsa, ayni marketlerden alisveris ediyorsa, o organik ekmekcinin "mutlu saatleri"nden haberdarsa insan :) Sorunun yanitini Almanya özelinde veriyor ama Almanya'da yasamayanlar icin de "bak, böyle bir örnek, böyle bir deneyim var" dedirtebilir.

Cünkü, evet güc de olsa basariyor bu bütceyle tamamen organik beslenmeyi. Iyi ascilik, cok planlama, o marketten bu markete kosturma, epey bir hesap kitap, bir o kadar yaraticilikla, bütceyi tutturmayi basariyor Rosa Wolff :)  

Sadece tatli tatli deneyiminden bahsetmekle kalmiyor. Epey de bilgilendirici olabiliyor satir aralarinda.  Örnegin EU-Bio, Bioland ve Demeetr gibi degisik organik sertifikalari arasindaki farklari acikliyor. Neden EU-Bio'nun discount markette satilabilecek kadar ucuzken Demeter-Bio'nun bu kadar pahali oldugunu...Yerel beslenmenin bazen nasil bir yanilsama olabilecegini...Herkes icin kayitsiz sartsiz temel gelir kavramini... Avrupa'nin dösedigi kimi iyi niyet  taslarinin (veya iyi niyet sosuna bulanmis taslarin) Afrika'da nasil cehenneme giden yollari dösedigini...

Arm aber Bio'nun devami sayilabilecek bir kitap daha var: Ayni isim, farkli altbaslik. Onda da Rosa Wolff "fakir ama organik" mutfak icin tariflerini ve fikirlerini paylasiyor. Ben sirayi sasirip önce onu okumustum. Ikisi de okunasi :))




          

Bi anneyi cocugunun cenazesine gitmek zorunda birakanlar onmaz. Ilahi adalet diye bi sey var.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Mutlu Yaşam El Kitabı




Handbuch des Glücklichen Lebens
Seneca


Uzun zamandir hicbir kitabi okurken bu kadar sıkılmamıştım. Üniversitede sinavlara calisirken okudugum ders kitaplarindan beri hic bir kitabi okurken "kac sayfa okudum, bu bölümün bitmesine kac sayfa kaldi" diye sayfa numarasi takibine düsmemistim. "Derdin neydi peki?" diye soracak olursan, evdeki kütüphanenin raflarinda okunmadan süs gibi duran kitaplara karsi allerjim var. Alip eve getiren düsünsün diyemiyorum.

O kadar mi kötüydü?
Yok degildi aslinda. Hatta simdi bir sey diyecegim, sasiracaksin. Aslinda gayet iyiydi.
Bir kere Seneca Stoaci. Bir kez daha Stoa'yi bir Stoaci'nin kendi dilinden okudum, biraz daha ögrendim. (Digeri Marcus Aurelius idi)

Ikincisi mülkiyet ve güc iliskileri acisindan bazi sözlerini tutmasam ve hatta kendi icinde celiskili de bulsam (örnegin Nero'ya yazdigi methiyeli satirlar berbatti) , yine de dünyaya, hayata, mülkiyet iliskilerine bakisinda sevdigim, kulaga dogru gelen ve not aldigim pek cok nokta oldu.

Bu ne simdi? Kendi kendimle celisiyor muyum her cümlemde?
Olsun, Seneca da öyleydi :) Bir yerde Roma'nin sokaklar dolusu fakirinden bahsederken diger tarafta "Biriktirebildigin kadar biriktir. Bilge insan yanlis yollardan edinmedigi seyleri tutmaktan neden kacinacakmis" diyordu. Bir baska mektupta bir baska kisiye ise insanlarin sadece ihtiyaclari kadarini ellerinde tuttugu ve herseyi paylastigi eski , altin günlerden bahsediyor, neden cagdaslarinin bu kadar mutsuz oldugunu mal ve mülkle olan iliskileri üzerinden acikliyordu. Ayni arkadasini bir mektubunda kölelerine iyi davrandigi icin övüp, kölesi kacan Diyojen'in tavri üzerinden düsünülesi örnekler verirken, diger mektubunda köleleri kacmis diye teselli etmeye calisiyordu.

Mektup dedim de, evet, kitap Seneca'nin esine dostuna, kardesine, annesine yazdigi mektuplardan olusuyor.

Ve mutluluk dedim de, kitabin adini da "Mutlu Yasam El Kitabi" diye cevirebiliriz. Oysa 1980'li yillarda ayni kitap "Ruh Dinginligi Üzerine" adiyla yayimlanmis. Bu kitaptaki mektuplardan birinin adi.
Peki neden yeni baski bu adla cikmis? Bu kisisel bir gözlem ama Almanya'da kitapcilarda son 5-6 yildir pek cok kitabin, konusundan bagimsiz "Mutlu" ve "Mutluluk" üzerinden pazarlanmaya calistigini gözlüyorum. Sade yasam, Budizm ve Felsefe gibi degisik konularda olmalarina ragmen bu iki sözcügü kapaklarinda tasiyan bir cok kitap gördüm. Icerikle ad bir cok kez (bu kitapta oldugu gibi) "ne ilgisi var?" dedirtti. Acaba bu toplumun  mutluluk arayisiyla aciklanabilir mi diye düsünüyorum.

Son bir not: Bence özellikle felsefe kitaplarinda cevirenin ya da yayima hazirlayanin sözü, önsöz degil son söz olmali. Yani kitabin sonunda yer almali. Bir kere yönlendirici olabiliyor. Ayrica okuyucu son tahlilde ayni yorumlara vardiginda (ic celiskiler, sıkıcılık, buna ragmen altini cizdirten bir dolu satir, vb) en azindan bunlarin etkilenme degil, kendi fikri oldugundan emin oluyor.      

Ve en son not olarak: Her yazar ve kitap alintiladigi en az bir kitap ve yazari tanima istegi yaratir bende. Seneca Vergilius ile tanisma istegi yaratti. Mülkiyetsizligin ve paylasimin altin caglarini tarifi gayet cagdasti.

15 Ocak 2015 Perşembe

Huu, komsulaaar!!!
Bi seyler oluyor!
Bastankaralar farkli ötüyor.
Cadi findiklari acti.
Ihlamur daha cok uyur, birakalim uyusun. 
Ama sögütte tomurcuk patladi patlayacak.
Agackakanin birini gagasini agac kabuguna carpa carpa ask sarkilari söylerken duydum bugün.
Bir hafta önce ne rüzgarlar, ne rüzgarlar esti.
Doga Annemin budama, temizlik isleri de tamamdir.
Daha yagacagi var belki.
Daha Mart kapidan baktirir, biliyorum.
Ama bi seyler oluyor.
Gören olun, duyan olun, kacirmayin!

14 Ocak 2015 Çarşamba

Sevdalı Bulut





Sevdali Bulut
Nazim Hikmet
Yapi Kredi Yayinlari

Cocukken okumamistim. Cocugumla okuruz diye bir kac yil önce almistim. Gecen hafta oturup bastan sona okudum; oglan 7 yas itibariyle kitaba hazir mi diye. Bizim oglan degil ama baska 7 yas cocuklari hazir olabilir (bizde günlük, aktif kullanilan dilin Almanca'ya evrilmis olmasi sebebiyle).

Peki ne ögrendim?
Birincisi Nazim Hikmet önsözde masallari Türk folklorcusu Boratav'in ögrencilerinin halkin agzindan dinleyip derledikleri bazi masallardan alip kendine göre isledigini belirtiyor. Dolayisiyla Boratav ve ögrencilerinin calismalarini okuyup arastirmaya deger görüyorum.

Ikincisi, Erich Fromm rüyalardaki sembol diline insanligin ortak ve evrensel dili der. Uyanikken konustugumuz sembol dili ise kendini masallarda ve mitoslarda gösterir. Nazim Hikmet önsözde siire en yakin olanin masal oldugunu söylüyor ve "Masallar insanligi kaynastirir...Bence nasyonalizmin sökmeyecegi kültür alanlarindan biri de masallar dünyasidir" diye ekliyor acik ve net.

Bir kac yil önce Ingilizce okudugum bir Grimm Masallari kitabinin önsözünde de cevirmen masallarin yüzyillar boyunca dogudan batiya, batidan doguya nasil defalarca gidip geldigini ve bu gidis gelisler sirasinda nasil yepyeni ögelerle süslenip sekillendigini anlatir. Bu yüzden Sevdali Bulut'ta gecen masallardan biri -Dokumacilar- bana baslangic kisimlarinda ünlü Grimm masallarindan birini -Der Frieder und das Katherlieschen- cagristirinca önce sasirmadim ama sonra kimi detaylarda (cömlekcilerle karsilasma, göz kulak olunasi kapiyi sirtina yüklenme) ortaklik oldugunu görünce anlayiverdim: Meger bizim sigirtmacin karisi Katherlieschen degil miymis!

Ne sigirtmacin karisindan gecerim ne Katherlieschen'den.
"En güzeli bizim masallarimiz!", "Yok efendim, asil bizim masallarimiz!" diyenlere ise , kusura bakmasinlar, güler gecerim.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Yaşama Sevgisi Üzerine



Über die Liebe zum Leben

Erich Fromm'un 1971 - 1979 yillari arasinda Süddeutscher Rundfunk'ta  (Güney Almanya Radyosu) Hans Jürgen Schultz ile yaptigi sohbetlerin basili hali. Elimdeki kitap 1983 baskisi , daha yeni baskilari da var. Kitabin özelliklerinden biri uzun yillar kitaplarini Ingilizce'de yazmis olan Fromm'un bu metinlerde ana dili Almanca ile karsimiza cikmasi. Üstelik yazili Almanca ile degil, canli bir konusma diliyle.  Bir diger özelligi de konusmalarin ölümünden önceki son 9 yila ait olmasi ve bize diger kitaplarindan da tanidigimiz Erich Fromm dünyasinin bir özetini sunmasi.

Erich Fromm'un bende yarattigi izlenim net bir düsünce dünyasi olmasi. Düsünce zincirini ipin ucunu kacirmadan takipe edebiliyorum. Öte yandan sadece düsünce ile hareket etmiyor. Düsüncelerin beslendigi sevgi dolu bir kaynak var gibi. O yüzden soguk degiller.

Bu kitaptan neler ögrendim?

  • Modern dünyanin aktifmis gibi görünen reaktif insanlarinin pasifligini ( (ki aci aci sosyal medya insanlarinin klavye basi aktifligini animsatti bana) ve klasik felsefenin tanimladigi pasifmis gibi görünen gercek aktif insani, (burada "Sahip olmak ya da Olmak"tan ve "Sahip Olmaktan Olmaya"dan izler var)
  • Psikoloji ile felsefenin (özel olarak etigin) birbirine yakinligini,
  • Neden herkesin bir psikolog oldugunu ve olmasi gerektigini,
  • Insan davranislarinin olasi sebeplerini ve bu arada insanda siddet ve saldirganligin sebeplerini (ki burada da "Insandaki Yikiciligin Kökenleri"ndeki düsüncelerini tekrar görebiliyoruz)
  • Fromm'un Freud'un psikanaliz teorisine nasil baktigini, hangi noktalarda hatali görüp Freud'dan ayrildigini,
  • Yasamimiza yön veren temel bir Biophilie (diri/m sevgisi) ve Nekrophilie (ölü/m sevgisi)  ayirimi olabilecegini,
  • ...


Böylece kitabin adi da kendi kendine aciklaniyor. Türkce'ye cevrilmis olsaydi "Yasama Sevgisi Üzerine" olurdu adi.

Erich Fromm okumayi seviyorum.  Schultz ile sohbetlerin birinde beslendigi kaynaklari, etkilendigi yazarlari konusuyorlar. Eski Ahit'ten Mezmurlari, Marx'i, Meister Eckhart'i, Freud'u ve Zen Budizmi'ni ard arda sayisindan anliyorum neden sevdigimi. Kendini belli bir görüsün, belli bir cercevenin, belli bir cekmecenin icine tıkıştırmaktan itina ile kaçınmış oldugunu farkediyorum. Okumadigim Erich Fromm kitaplari hic tükenmesin istiyorum.


6 Ocak 2015 Salı

Bir Dakikalik Bilgelik


Eine Minute Weisheit
Anthony de Mello

Bu kitabi kütüphaneden ücüncü ödünc alisim ve ikinci okuyusum. Sonunda bitirdim. Ya da asla bitiremeyecegimi anladim. Aslinda kisa kisa hikayelerden olusuyor ve hizli bir okuyusla bir günde dahi bitirilebilir. Ancak bu hikayeler bilgelik hikayeleri. Bitirdigimizde bizi birakmis olmuyorlar... Hikayeler Budizm, Taoizm, Musevilik, Hristiyanlik ve Islam gibi degisik dinlerin bilgelik geleneklerinden derlenmis ama hepsi tek bir "master"in basindan gecmis gibi anlatiliyor. Ingilizce orijinali "One Minute Wisdom" adiyla yayinlanmis. Yazari Anthony de Mello Hindistan'da dogmus bir Cizvit rahibiymis. 

Özellikle hosuma giden ve daha sonra üzerinde düsünmek istedigim hikayeleri fotograflamak icin  okurken isaretledim. Ortaya söyle bir manzara cikti. Gidip kitabi alsam daha iyiydi sanirim :)




Hikayelerden bir örnekle bitireyim, okuyanin agzina bi parmak bal calayim. Kitabin ilk ve adini aciklayan hikayesi:



"Bir dakikalik bilgelik olur mu?"
"Kesinlikle olur" dedi Master.
"Ama bir dakika kesinlikle cok kisa degil mi?"
"59 saniye fazla uzun."

Daha sonra Master saskin ögrencilerine sordu:
"Insan ayi görür olmak icin ne kadar zamana ihtiyac duyar?"
"Peki onca yillik zihinsel caba ne icin?"
"Gözlerin acilmasi bir ömür sürer. Ama görmek icin bir simsek (ya da ışık çakması) yeter."

4 Ocak 2015 Pazar

Insanligi etkileyen bes bitki

  • Neden Seylan kahvesi degil de, Seylan cayi iciyoruz?
  • Neden Amerika'nin kesfinden itibaren kölelik sorunu Amerikan yerlileri üzerinden degil Afrikalilar üzerinden gelisti? 
  • Neden Karibikler de "siyah" nüfus var ama "kirmizi" nüfus yok?
  • Binlerce yillik Çin kültürü hangi bitki ugruna neredeyse yikilacakti? Hangi bitki bu amacla kullanildi?
  • Hangi bitki Amerika'yi (ABD) daha Katolik yapti?
Bütün bu sorularin ve daha fazlasinin yaniti Henry Hobhouse'in 1985 tarihli "Seeds of Change. Five plants that transformed mankind" adli kitabinda. 5 bitki: Sekerkamisi, patates, kinin, pamuk ve cay. Daha sonra ayni kitabin Koka bitkisinin eklendigi bir genisletilmis baskisi daha yazilmis. Onun adi  "Seeds of Change. Six plants that transformed mankind" . Botanik, doga, insan, tarih, ekonomi, siyaset ve bütün bunlarin etkilesimiyle ilgilenenler. Okuyunuz, okutturunuz! 
Bu arada ilginc kitaplar ilginc sekillerde bulur beni. Bu kitabi da mahallenin kütüphanesinin eski ve fazla talep görmeyen kitaplarini sattigi bit pazarindan 1 Euro'ya aldim :) Arkasindaki ödünc alinma kartina bakilirsa 1988'den bugüne dek 7 kez ödünc alinmis. 8. okuyani da ben oluyorum sanirim :) Peh peh peh...Yüzüne bakilmayan sıkı kitaplar ve bestseller olan ivir zivirlar... Sonra da dünya niye böyle oldu diyoruz.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Rafine şekerin gereksizliği ve zararları üzerine...

Henry Hobhouse'in 1985 tarihli "Seeds of Change. Five plants that transformed mankind" adli kitabinin seker kamisi ile ilgili bölümünden rafine sekerin gereksizligi ve zararlari hakkinda  özetler...

  • 16. yüzyila kadar bütün Avrupa tarihinde kisi basina düsen seker miktari (dikkat! tüm ömür boyunca) : 1 fiske !
  • Rönesans boyunca Avrupa'da kisi basina yillik seker tüketim miktari: 1 caykasigi
  • 1690-1790 arasi Avrupa'ya ithal edilen seker miktari 12 milyon ton! Yol actigi sömürü düzeni sebebiyle ayni sayida insanin da ölümüne yol aciyor. Bugün ayni miktarda (12 milyon ton seker) Avrupa'da bir yilda tüketiliyor. ("Bugün" dedigi 80'li yillar)  
  • Seker insan icin temel gida maddelerinden biri degil. Yasamsal önemi yok. Bir yarari yok. Ama bagimlilik yaratiyor.  17. yüzyildan itibaren üretimiyle kölelige yol acmisti. Bu gün tüketenleri kendine köle ediyor.
  • Seker kamisi Ortacag civari Hindistan ve Cin üzerinden Akdeniz'e ulastiginda Avrupa'da hic seker taninmiyor. Tatlandirma icin bal kullaniliyor. Fakat en azindan M.Ö 650'ye dek insanlar nasil bal üretilecegini de bilmiyor. Dogadaki yabani yasayan arilarin ürettigi bali topluyorlar. 
  • 1300'lerde seker kamisindan üretilen seker Ingiltere, Danimarka ve Isvec'e ulasiyor. Pazari Italyanlar ellerinde tutuyor. Ancak o kadar pahali ki ilac niyetine kullaniliyor. Ya da aci ilaclari tatlandirmak icin. (Dogu Avrupa ülkelerinin rafine sekerle tanismasi 19. yy.da seker pancarindan seker üretilmeye baslanmasina dek gerceklesmiyor.) 
  • Bu tarihsel sürecin ilk kismi. Bir noktada seker nadir tüketilir bir madde olmaktan cikip ciddi olarak bagimlilik yaratan , genel tüketilen bir maddeye dönüsüyor. Aslinda bütün bitkisel gidalar insan metabolizmasi tarafindan lif, nisasta ve sekere dönüstürülüyor. Nisasta ve seker meyve ve sebzelerin hepsinde bulunuyor ve insanlar rafine sekerden önce binlerce yil meyve ve sebzelerden elde edilen seker ve nisasta ile sorunsuz yasadilar. 
  • Saf (rafine) seker büyük miktarlarda tüketildiginde metabolizmayi allak bullak ediyor. Bir meyve yedigimizde , bunun diyelim ki %10'u fruktoz, %10'u glikoz ise, %80'i bir dizi uzun sindirim süreci ile sindirilmesi gereken baska bilesenler. Buna karsilik saf, beyaz seker kamisi veya sekerpancari sekeri yedigimizde sindirim sistemi daha az calisiyor. Normalde vücutta sürekli ama damla damla üretilip tüketilen enerji, rafine sekerde bir bahar taskini gibi olusuyor.  
  • Normalde vücutta nisastayi sekere ceviren enzimler var. Vücut sekeri düzenli olarak yüksek miktarlarla alinca bu enzimler salgilanmaz oluyor. Bu da gidalarla alinan lif ve nisastanin sindirilmesinde güclükler olusmasina yol aciyor. Bu sebeple insanlar zor sindirdikleri dogal gidalardan uzaklasarak, daha kolay sindirdikleri hazir, paket gidalara yöneliyorlar. Hazir gidalarda lif orani kismen tüketici talebiyle sistematik olarak azaltiliyor. Buradan beslenmede endüstriyel saf sekerin arttigi, lif oraninin azaldigi bir kisirdöngü ortaya cikiyor. 
  • Seker bagimlilarinda kilo , dis sorunlari, yetersiz beslenme (!) ortaya cikiyor. Cünkü seker vücuttan vitamin ve mineralleri cekiyor. Bagirsak kanserine sebep oluyor. Kanda insülin seviyesinin hizla dalgalanmasina yol aciyor. Bu da pankreasin oldukca agir calismasi demek. Vücut asiri/yetersiz insülin gidis gelislerine alisiyor ki, bu da psikolojik degil kimyasal bir bagimliliga yol aciyor. 
  • Ingiltere'de 18. yüzyildan itibaren gelisen anlamsiz beyaz ekmek sevgisinin kaynaginin artan rafine seker kullanimi oldugu tahmin ediliyor. Yüksek seker tüketiminde vücut tam undan üretilen ekmegi sindirecek enzimlerden yoksun kaldigi icin...  Öte yandan beslenmeyle yeterli miktarda lif alindiginda vücudun sekere karsi ihtiyaci ve "istegi" azaliyor. Eger kisi örnegin sabah kahvaltisinda tükettigimiz müsli gibi hem lifli, hem sekerden zengin gidalar alirsa, seker lifin bütün yararlarini sifirliyor.
  • 1800'lerde Ingiltere'de kisi basina yillik seker tüketimi 9 kilogram. Bu sirada undan elde edilecek esit miktarda enerjiyle karsilastirildiginda 5 kat daha pahali. Dolayisiyla seker sadece zenginlerin güc yetirdigi bir lüks maddesi. Beyaz ekmegin zenginligin mistik simgesi haline gelisinde sinif mücadelesinden cok biyokimyasal faktörler rol oynuyor denebilir.    

1 Ocak 2015 Perşembe

Bekliyoruz...

Elimde,
  • Noel tatilini evde gecirmekten dolayi asiri sıkılmıs ve oyalanmak isteyen bir çocuk
  • Vaktiyle komsumun verdigi ama hic kullanmak adetinde olmadigim gida boyalari
  • Kütüphaneden alinmis mineraller ve taslar üzerine bir kitap
  • Bir yil önce bir baska deney yapmak icin alinmis ama sonra unutulmus, düsük kalite tuz 
  • Bol miktarda kavanoz ve atac vardi :)
Biz de söyle yapmaya karar verdik sıkılmış cocukla:

  • Önce kavanozun icine sicak su doldurduk. Ardindan boyalardan birini (Türk'ün gözü aldaymis, al secildi) suya ekledik. 

  • Yetmedi daha da ekledik :)



  • Sonra boyali suyun icine kasik kasik tuz ekledik. Tuzu her eklemeden sonra iyice karistirarak suda eritiyoruz. Ta ki tuz erimez olana, yani su tuza doyana dek tuz eklemeye devam ediyoruz.



  • Ardindan bir ataci bir ipe bagliyoruz. Ipin diger ucunu da bir tahta parcasi (varsa dondurmalardan cikan) veya onun gibi düz bir seye bagliyoruz. 

  • Ataci bu düzenekle suya sarkitiyoruz. 


  • Kavanozun üzerine yerlestirdigimiz tahta parcasinin ucunda asili atac suyun icinde "yüzüyor" 

  • Ne kadar kalacak böyle? En azindan bir hafta. Iki haftada daha da iyi sonuc alacagiz. Gelip gidip sallamayacagiz, kipirdatmayacagiz. Ataci uykuya yatiracagiz :)
  • Ne olacak sonunda? Neler neler olacak :) Simdilik bekliyoruz :)