29 Ekim 2015 Perşembe

Ada


Eiland (Island)
Aldoux Huxley, 1962


Aldoux Huxley "Ada"yi ömrünün son yillarinda yazmis. Piper Yayinlarindan cikmis Almanca baskisinin arka kapaginda da belirtildigi üzere "Cesur Yeni Dünya"nin pozitif yöndeki zitti. Cesur Yeni Dünya bir distopi ise, Ada ütopik bir roman.

Hikaye Ingiliz gazeteci Will Farnaby'nin bir deniz kazasindan sonra Pala adli adaya yarali olarak cikmasiyla basliyor. Pala Endonezya civarlarinda, bir milyon kadar insan yasayan tropik bir ada. Bagimsiz bir devlet. Kendine göre kanunu, hukuku, egitim sistemi, bilimi var. Adaya girisler kontrol altinda ve yabancilar ancak özel izinle girebiliyor olsa da, cikislar serbest. Isteyen gidip Ingiltere'de veya kita Avrupa'sinda okuyabiliyor. Bunu özellikle not ediyorum, cünkü bir robinsonad veya issiz ada hikayesi okuyacagimi sanmistim. Öyle degil. Palalilar 19. yüzyilin sonlarinda Ingiliz bir doktorla adanin Raca'sinin ilginc sartlar altindaki karsilasmasinin ardindan bildigimiz dünyanin sartlarini büyük ölcüde reddeden, kendine özgü bir yeryüzü cenneti, bir "ütopik uzak ülke"  kuruyorlar kendilerine. Ingiliz doktor bilimden islerine yarayacak ne varsa onu alip getiriyor, Raca ruhsal acidan derin ve zengin bir adam. O taraftan alip getirilecek, ise yarar ne varsa getiriyor. Yeni Pala bu ikisinin bir bilesiminden kuruluyor. Dünyadan kopuk degiller, "disarida" olan her seyden haberdarlar ama disaridakiler gibi yasamaya istekli degiller. Bütün hikaye boyunca Huxley bize kafasindaki bu ütopik cennetin detaylarini anlatiyor aslinda. Hareket az, uzun konusmalar var. Bir fikir kitabi da olabilirdi ama Huxley kendini roman formatinda daha rahat hissediyor belki de. 

Huxley'in Budizm hakkinda epey bilgi sahibi oldugu anlasiliyor. Cennet adasinda din ve genel olarak onun afyon tarafi reddedilse de, basbayagi Budizm üzerine kurulmus bir sistem var. Her noktada bütünsellik, birlik, empati, olmak vb. prensipler tekrar tekrar karsimiza cikiyor. Daha adaya ilk ciktigimiz anda bizi "Dikkat!" , "Simdi ve burada!" diye seslenen papaganlar karsiliyor.

Peki bu ütopya nereye varir? Kitaba dair her yazida bangir bangir bagirarak belirtildigi icin spoiler'e girmez. Hikayenin sonunda dis dünya gelip yok ediyor o cenneti. Ya da yok edisinin ilk adimlarina sahit oluyoruz ve sonucunu bildigimiz eski hikayelerden tahmin ediyoruz o yikiciligi. Yine de sarsici, yine de beklenmedik. Huxley sanki umutlu bir hayal kuruyor; sonra hayale kapilmaktan, o umudu duymaktan yana korkup geri cekiliyor. Yine de okunasi, üzerine düsünülesi ve umut duyulasi bir hayal :)

Ilginc bulup not aldigim kisimlar (Kitabin sonlarinda sözü gecen bir sebepten Bach'in Brandenburgisches Konzert Nr 4' ü esliginde okunabilir) :

- "Dikkat et" diye bagiriyordu dile gelmis obua. "Dikkat et!"
"Neye dikkat?" diye sordu Will, Mary Sarojini'nin verdiginden daha doyurucu bir yanit almayi umarak "Dikkat etmeye" dedi Dr. MacPhail.
"Dikkat etmeye mi dikkat?"
"Elbette"

Büyük Raca'nin Notlarindan:
- Hiçbirimizin bir baska yere varmak icin çabalaması gerekmiyor. Çünkü, aslında -keske bilseydik- hepimiz zaten oradayiz.
-Dinde tüm sözcükler kirlidir. Buda, Tanrı veya İsa’yı dillerinden düşürmeyenlerin ağızlarını
karbonatli sabunla yıkamasi gerekir.
-Olduğumu sandığım kişi ve özvarlığım – diğer bir deyişle, acı ye acının bitimi. Olduğumu sandığım kişinin çektiği acıların aşağı yukarı üçte biri kaçınılmazdır. Bu acı insan olmanın doğası gereğidir; özgürleşme peşinde koşarken doğa yasalarına bağımlı, geri döndürülmez zaman içinde, esenliğimize, tümüyle kayıtsız bir evrende yaşlılığa ye ölümün kaçınılmazlığına doğru ilerlemeye mahkum, sezgili ve bilinçli, varlıklar olmamızın bedelidir. Acıların üçte ikisiniyse kendimiz yaratırız ve evrensel açıdan bakıldığında, bunlar kesinlikle gereksizdir.
-Bize günlük güvenimizi ver ve bizi imandan kurtar Tanrim! (Güven ve iman karsilastirmasi!)

Will'in Susili, Vijaja , Dr. MacPhail  ve digerleriyle ile yaptigi sohbetlerden:
- "Insan unutmayi ögrenebilir mi?"
"Mesele unutmak degil. Insanin ögrenmesi gereken animsamak ama gecmisin yükünü buna ragmen tasimamaktir."

-Iki ayri bakis acisi : Tanri , "Tamamen öteki" olarak <> Tanri, "immanent" (içkin) olarak.
"Bir toplumun Tanrıbilim kuramları o toplumda çocukların popolarının durumunu yansıtır" ( Bir toplumda cocuklarin fiziksel siddet görmesiyle teolojik bakis acisinin paralelligi üzerine baglanti kuruyor. Augustinus ve Luther'den yola cikip , Ikinci Dünya Savasi'na kadar dayak yiyen cocuk popolari üzerinden toplumbilim, tarih ve felsefe. Daha öz bir deyisle, Tanri içkinse cocugunu dövmezsin.  Okunmali!)

-"Insan oraya nasil erisir?"
"Insan oraya erismez. Orasi insana gelir. Ya da daha ötesi, "orasi" gercekte buradadir."

-Deli (aptal) deliliginde (aptalliginda) israr ederse bilgelige ulasir. (Blake'den  oldugunu sandigim bir alinti)
-Acaba hangisi daha iyi; akıllılar arasında bir aptal olmak mı, yoksa çılgınlar arasında
akıllı olmak mı?

-Buddha: "Size acı ve ızdırabı gösterecegim ve aci ile izdirabin sonunu..."
-Buddha'nin konusmadan cicek gösterme vaazi.

- Dr.MacPhail: "Biz burada daima ulusal ekonomimizi ve teknolojiyi insanlara uydurma yönünde karar verdik. Halki ekonomi ve teknolojiye uydurmak yönünde degil...

...


28 Ekim 2015 Çarşamba

Tırmanma



5 yasindan beri tirmanma kursuna gidiyor. Gecen 3 yil ciplak elle, aletsiz tirmanma kursuydu. Bouldering diyorlar o türlüsüne. Bu yil aletli, özel kemerli ve ipli tirmanmaya gecti. Bu ikisi birbirinin öncülü ardili degil. Aletsiz tirmanma tamamen ayri bir uzmanlik alani. Bu yöntemle gökdelenlere tirmanan gencler var. Bu türlüsüne Roofing deniyor. Illegal. Dertleri tam ne, bilmiyorum. Deli olduklarini düsünebiliriz ama bir belgeselde gördüm, aksam haberlerinden tanidigim bazi insanlardan daha akli basinda göründüler bana.

Simdi aletli tirmanmada daha yakindan izliyorum oglani ve kursa katilan diger cocuklari. Sadece fiziksel kondisyonu gelistiren bir spor degil. Bütün kaslar calisiyor, hem de müthis calisiyor, o ayri hikaye. Fakat ayni zamanda koordinasyon, dikkat, organizasyon, planlama  gibi beceriler de gelisiyor. Cüsselerine bakarak 5 yasinda oldugunu söyleyebilecegim cocuklar, mini mini cocuklar, ciddi ciddi planlama yapiyor, kendilerini duvarin sartlarina ve cevrelerindeki diger cocuklara göre koordine ediyorlar. Evet tek kisilik spor gibi görünse de bir yandan, aslinda kesinlikle takim oyunu. Futboldan daha fazla takim oyunu. Duvari ortak kullanmalari ve birbirlerine zarar vermemeleri gerekmesi bir yana, bütün cocuklar bir saatlik egitim boyunca üc kisilik gruplar halinde, üc ayri rolü de talim ediyorlar her hafta. Cocuklardan biri tirmanirken diger ikisi asagida onun ipini güvenli sekilde tutuyor, asagiya inis icin kendini saliverdiginde de güvenli inisini sagliyor. "Schutzengel" yani koruyucu melek deniyor asagidaki o iki cocuga. Böylece cocuklar sosyal iliskinin de ötesinde bir örüntüde hem birbirlerine güvenmeyi, hem de baskalarinin güven duyacagi bireyler olma sorumlulugunu almayi ögreniyorlar. Sonra türlü türlü dügüm atmayi ögrenmeleri gerekiyor. Benim oglan hararetle dügüm atma tekniklerini ögrenmeye kafa yoruyor bugünlerde.

Bir yandan icime Cetin Altan'in dedigine benzer seyler doguyor. Her köye tenis kortu hayali kurardi hani. Her köye tirmanma duvari keske diyorum :) Öte yandan absürd geliyor. Ne bileyim...

Daha da öte bir yan var öte yandan. Köyde büyüdügünü bildigim pek cok kisi buna cok benzer dogal deneyimlerden bahseder. Dere kiyisina inip cikma, tepeye, kayaliklara tirmanma, yürüyerek yaylaya cikma... Dereyi aldilar, kayaligi aldilar, yayla yoluna asfalt döktüler, yerine bir tirmanma duvari koysalar cok mu?

Cünkü bunun iyi geldigini hissediyorum. Cünkü bunun önemli oldugunu hissediyorum . Fiziksel, beyinsel ve sosyal cabalamanin bu türden bir aradaliginin, bu fiziksel, zihinsel ve duygusal "challenge"i deneyimlemenin... Her derde deva aspirin oldugunu ilan etmiyorum. Bütün cocuklar tirmanmali demiyorum. Fakat cocuklar ne kadar da tüm bunlari deneyimlemeden büyüyorlar. Bir aradaligini gectim, ayri ayri bile deneyimlemiyorlar neredeyse... Artık tepelere, kayalıklara tırmanarak büyüyen çocuklar değiliz. Ister istemez bir karsilastirma yapiyor zihnim. Ister istemez  sorular uyaniyor aklimda. Oglum duvarin en yüksek kismina henüz cikamiyor. Yukarilarda cikintilarin azaldigini, basacak yer bulamadigini söylüyor ki, disaridan bakan bana göre durum öyle degil. Sanirim yukarilara ciktikca korku da yükselmeye basliyor icinde ve bu da durumu tam degerlendirmesine engel oluyor. Kurs ögretmeni hicbir zaman zorlamiyor. Istedigi zaman asagiya koruyucu meleklere seslenebilir ve onlarin yardimiyla güvenle asagiya inebilir. Ama bir gün en yukariya tirmanmayi basardiginda, bunu  korkusuna ragmen basardiginda ve yukaridan asagiya baktiginda ve orada durup buraya bakmayi deneyimlediginde ve sonunda koruyucu meleklere seslendiginde ve kendini asagi onlara duydugu takimdas güvenle sallandirdiginda ve asagiya indiginde ve bir digerinin yukariya dogru tirmanmasi sirasinda aslinda gayet de sıkıcı bir is gibi görünen koruyucu meleklik rolüne büründügünde ne hissedecek? Ve o duyguyla büyümeyi basarirsa nasil bir yetiskin olacak? Ne kadar absürd gelirse gelsin kulaga, her "köyde" bir "tirmanma duvari" olsaydi, nasil yetiskinler olurduk biz?

Dipnot: Üc gün ugrastim su yaziya. Yazdim, cizdim, sildim, dagittim, toparladim, dagittim. Alt tarafi oglanin fotografinin altina "tirmanmak cok iyi bi sey" minvalinde iki satir yazacaktim. Her günün sonunda yayinlamaktan vazgectim. Bugün ücüncü gün. Sıkıldım, yayinlayacagim. Üstelik bu sabah ilginc bir sey oldu. Elimdeki ütopik kitapta kayaliklara tirmanmanin bir tür ergenlige gecis ritüeli gibi kullanildigina dair bir bölüm okudum. Tesadüfe bak! Sanirim tam olarak böyle bir seyi anlatmaya calisiyordum.  Ya da en azindan "tirmanmak cok iyi bir sey"...


26 Ekim 2015 Pazartesi

Şizofren

Türk gazeteleriyle Pinterest arasinda gidip gelmenin şizofrenik kişilik geliştirme üzerine olası etkilerinden endişe ediyorum.

Parça ve Bütün


Der Teil und das Ganze
Gespräche im Umkreis der Atomphysik
piper, 1969


Hikayeyi ögrencisinden okumustum, bir de ögretmenin agzindan okumak istemistim. Ögrenci Hans-Peter Dürr, ögretmen Werner Heisenberg. Heisenberg kendi adiyla anilan ünlü Belirsizlik Ilkesini ortaya koyan kisi. Bu ilkenin sunuldugu 1927'deki ünlü Solvay Konferansi bulusmasinda Einstein'in "Sevgili Tanri zar atmaz" demesine sebep olan kisi. Yaniti Bohr vermis: "Sevgili Tanri'nin evreni nasil idare edecegine karar vermek bizim görevimiz olmamali, öyle degil mi?"

"Der Teil und das Ganze" icin bir tür otobiyografi denebilir, Türkce'ye cevrilirse adi "Parça ve Bütün" olabilir. Heisenberg kitapta 1. Dünya Savasi'nin bitiminden hemen sonra genc bir lise mezunu iken basliyor hikayesine. 1965'te 2. Dünya Savasi'ndan sonraki dönemde bitiriyor. Fakat tüm detaylariyla yasamini anlattigi bir kitap oldugu söylenemez. Evliliginden ve özel yasamindan yeri geldiginde kisaca bahsediyor, öte yandan belki de en büyük mesleki basarisi olan Nobel ödülünden neredeyse hic bahsetmiyor.

Kitap bastan sonra Heisenberg'in meslek yasaminda karsilastigi, cogunu ismen bildigimiz bilim adamlari ve felsefecilerle yaptigi sohbetlerden olusuyor. Niels Bohr, Wolfgang Pauli, Arnold Sommerfeld, Albert Einstein, Carl Friedrich von Weizsäcker, Erwin Schrödinger, Max Planck,  bunlardan en cok dikkat cekenleri. Bütün bu sohbetler bilimsel enstitülerin calisma odalarinda, laboratuvarlarda, konferanslarda veya bu bilim adamlarinin ciddi oturma odalarinda gerceklesiyor sanirsak yaniliriz. Bazen deniz kiyisinda, bazen ormanlarda yapilan yürüyüslerde, Alplerde bir kayak kulübesinde, cig riski esliginde veya bir yelkenlide atlatilan bir firtinanin ardindan, yani tuhaf, sert dogal sartlarin esliginde gerceklesiyor. Bir sohbet 2. Dünya Savasi sirasinda bir bombardimandan kurtulan Heisenberg ile arkadasi yürüyerek sehrin banliyölerindeki evlerine ulasmaya calisirken gerceklesiyor örnegin. Bu sirada yanlislikla bombardimandan kalan bir fosfor birikintisine basan Heisenberg'in ayakkabisi tekrar tekrar alev aliyor, gayet derin bir konusmanin ortasinda Heisenberg durmadan ayakkabisini söndürmeye calisiyor :) 

Heisenberg kayit altina alinmamissa da, büyük ölcüde gercege yakin animsadigini belirttigi bütün bu sohbetlerle bize 20.yy 'in ilk yarisinda Alman bilim cevrelerinin canli bir tablosunu ciziyor. Bilimin nasil sekillendiginin de canli örneklerini sunuyor. Sasirtici, absürd, adeta bizimkinden baska bir dünya.. Platon diyaloglari okuyan lise mezunlari, bos vakitlerinde oda müzigi yapan asistanlar, kayak kulübelerinde kendi yemeklerini kendileri pisirerek tatil yapan ve bu arada son bilimsel gelismeleri konusan, ama bir o kadar da tarih, felsefe, siyaset, biyoloji, dilbilim üzerine kafa yoran atom fizikcileri... Anlattigina göre belirsizlik Ilkesi'ne karsi cikan Einstein, Heisenberg'le daha önce yaptigi bir konusmada "Sonucta neyi gözleyecegimize karar veren en basta kurdugumuz teoridir" diyerek bu ilkenin kesfine ilham vermekle kalmiyor, bilimin (ve bu arada kendisinin de) sikca düstügü hataya dikkat cekiyor. Sohbetlerden kimi tarihsel olaylarin gelisimini de takip etmek mümkün. Heisenberg'in bakis acisiyla tabii...

Demokrit "Önce Atom vardi" demis. Quantum fizigi ise "Önce simetri vardi" diyor. Bu ifadeyle ilk karsilasmamiz Dürr ile olsa da, sözün ögretmenine ait oldugu anlasiliyor. Ve onun da bu görüsü Platon'a dayandirdigi... Her kitap en azindan bir baska kitaba baglanir demistim ya...Timaios okunacak el mahkum. 

24 Ekim 2015 Cumartesi

Fıkrasever

Bizim gibi ciddi ana babadan fıkrasever bi cocuk cikti. Daha kücükken "Hadi bana bi fikra anlatin" derdi sofrada. Bir iki Nasrettin Hoca fikrasindan öteye gidemeyince biz, bari gidip cocuga fikra kitabi alalim dedik. Cok ciddi, cok prensip sahibi oldugumuzdan onu da satin almadik, kütüphaneden ödünc aldik. Fikra gibi ana-babayiz.

Neyse, diyecegim o ki, benim oglanin fikralari coktur. Su asagidaki onlardan biri. Su kösede dursun. Bana bir sey cagristirdi. Sonra o cagristirdigi sey üzerine konusma zamani geldiginde link veririm, kolay olur :)



Bi apartmanda üc komsu yasiyormus. Orta katta Bay Aptal, cati katinda Bay Hickimse ve giris katinda da Bay Hicbiri. Günlerden bir gün Bay Hickimse -artik kimbilir neden- üst kattan Bay Aptal'in kafasina tükürmüs. Bay Hicbiri de görmüs bunu.
Bay Aptal polise gitmis hemen ve ifade vermis: "Kafama tüküren Hickimse'ydi ve gören de Hicbiri. Polis: "Aptal misiniz, nesiniz?"
Bizimki: "Evet, ama siz nerden biliyorsunuz bunu?"

23 Ekim 2015 Cuma

uzak


Uzak
Oruç Aruoba
metis yayinlari, 1995

Instagram'dan bi güzel arkadasin verdigi bi güzel fikirle...
Iki bölümden olusuyor:
Tavşan Besleyene Kılavuz
Özlem Çekene Kılavuz

Tavşan Besleyene Kılavuz, Özlem Çekene Kılavuz'dan daha yakin düstü bana. Sebebini bilmiyorum. Oysa bi tavsanim yok, oysa özlem cektigim biri var.
Belki de özlem cekmenin böyle derinlikli fikirler esliginde olmasina yakin degilim henüz. 
Belki de su an sadece bir duygu benim icin. 
Belki de özlem cekmenin türlü türlü hali var.
Gidene özlem, ölene özlem, (olmakta) olana özlem...
Belki benimki türden özlemlere (henüz) dokunmadi bu kilavuz.
Bilemedim.

Cok begendigim, cok altini cizdigim (fotograf makinesiyle) kisimlar oldu. Her iki kisimdan ve Aruoba'nin yaptigi alintilar ile dip notlardan. Bi firsatini bulunca onlari da buraya not etmek isterim.

Güncelleme: (24.10)

Bir örnek Tavşan Besleyene Kılavuz'dan....


bir örnek de Özlem Çekene Kılavuz'dan olsun :)


Daha fazlasi spoiler sayilir :)


Baki

Bu yil ne cok giden oldu.
Bu yil giden gidene...
Öncesini sonrasini karistirdim.
Zaten gidilen yerde önce sonra kalmiyor.
Babam gitti, Kayahan gitti, Zeki Alasya gitti, Levent Kirca gitti, Cetin Altan gitti,
Yapip etmeleriyle coculugumu (ve belki biraz da bugünkü beni) iyi-kötü yönde sekillendirmis devlet-i alinin kimi büyükleri gitti.
Sanki bütün 70-80'ler kalkip gidiyor.
Sanki cocuklugum kalkmis gidiyor.
Yasla mi ilgili bu? Her kirk yasina eren "aaa, herkes kalkti gidiyor" dedigi bir mevsimine mi erisir yasaminin?

Neyse, "enseyi karartmayalim", gidenlerin de son sözlerinde belirttikleri gibi umut bakidir, yikilan agaclarin gürültüsü gecici, büyüyen orman bakidir, yasamda son sözü geri plandaki kücük detaylar söyler. Kerime Teyze'nin elmali keki örnegin, iste onun anlattığı bakidir.

21 Ekim 2015 Çarşamba

Düne dair

Kurt kadin magarasindan disari basini uzatti.
Biyiklarini (gecici bir süre icin) temizledi.
Yelelerini fircaladi, bir iyice ceki düzen verdi.
Yola cikti.

Günes yükselirken tarlalarin üzerinde asili sis güzeldi.
Tam yolculuk havasiydi.
Yolda cocuklari seyretti,
Cocuklu Italyan kadinlari
 ve yasli Alman kadinlari
ve Italyan cocuklu kadinlarla, yasli Alman kadinlara  yer vermeyi seven, genc, sohbeti güzel bi Ingiliz kadini seyretti. Bütün yol boyunca basini telefona gömen ve herhangi bir kimseye yer vermek konusunda tercihlerini belli etmeyen Ortadogulu adami da...

Kurt kadinin isi gücü budur. Magarasindan cikmissa seyre dalar.

Kurt kadin sehre vardi.
Yollarini bildigi, kendine ceki düzen verdiginde yabaniligini oldukca iyi saklayabildigi sehre...
Sonbahara ve "akan suya" selam verdi.
Kendine biraz daha ceki düzen verdi.
Bir takim insanlara kendi hakkinda masallar anlatti.
Biraz sürdü bu. Sürmesi beklendigi kadar.

Sonra tekrar yola düstü.
Sehrin sokaklarini ve sonbahar günesini hissederek...
Fikri sorulan konuda fikrini beyan etti.
Fikri soruldugunda beyan edecek kadar medeniydi canim.
Yani yabani dedikse...

Sonra tekrar yola düstü.
Sol dizi agriyordu. Magaradan ciktigi icin degil, magaradan cikmadan önce bile agriyordu.
Bu sol diz, bu sairin deyisiyle acemi taraf ne demeye agriyor, ne demeye calisiyordu?

Cikarip bir felsefe kitabi okumaya basladi.
Yabani kurt kadinlar felsefe okumaz diye bir kural mi vardi?
En cok, en önce onlar okurdu felsefe.
"Seni nasil defnedelim?" diye soran Kriton'a tatli tatli gülümseyip "Nasil istersen öyle defnet, tabii beni yakalayabilirsen" diyen Sokrates...
Asla erisip sahip olamayacagina - bunu bile bile- duydugu sevgiyle, philo-sophie ile kurt kadini da tatli tatli gülümsetmekteydi.
Bu yabanlik da baska türlü cekilmezdi zaten.

Kurt kadin magarasina geri döndü.
Sol dizi hala agriyordu.
Maskeleri cikardi, postunu tekrar üstüne gecirdi.
Yavru kurtu kulagindan tutup oyuna götürecek kadar gücü hala vardi.
Yavru kurtu oyuna sürdü, cöktü.
Bir fincan kahveyle, yarim kalmis bir siir kitabini orta yere cikardi.
Bu yabanlik siirsiz de cekilmezdi zaten.

Neyse ki siir vardi.
Neyse ki felsefe vardi.
Neyse ki sisli tarlalar vardi.
Neyse ki suyun üzerinde yükselen günes vardi.
Neyse ki hala anlatacak masallar, beyan edilecek fikirler vardi.
Neyse ki cocuklu Italyan kadinlar ve onlara yer vermeyi seven genc Ingiliz kadinlar vardi.
Cocuklarin temiz ayakkabilari pantolonuna degdiginde huzursuz olsa da, iyi ki yasli Alman kadinlar vardi.
Bütün bunlarin disinda, bambaska dünyalarda yasasalar da iyi ki Ortadogulu adamlar vardi.

Yalniz bu sol diz var ya, bu sol diz.
Hala agriyordu.
Bu sol diz ne demeye, ne demeye agriyordu?



19 Ekim 2015 Pazartesi

Hımmmm...

Himmm...
Sanki bir kac firin ekmek daha yedim.
Sanki bir yasima daha girdim.
Sanki biraz daha iyi anliyor ben...


Bu kez aralıklardan çift atkı ipliği gecirdim. Yani atki ipligi sayisini iki katina cikardim, araliklar da yariya inmis gibi oldu.  



En basindan bekledigim dokuma görüntüsüne sonunda ulastim; simdi hem atki, hem cözgü iplikleri görünüyor:



Atki ipliklerinin sıklıklarının önemli oldugunu anlamistim :) diyeyim de uzmanlari azicik gülsün :)
Ne yapayim, hepsini tek tek kendi kendime kesfediyorum, kendi capinda "auto didactus" bir dokumaciyim, San Diago'daki aplalar gibi dokuma dersi aldigim yok :)




Son zamanlarda aklima cok takilan bir sözü yeniden paylasayim bu arada :

Der Mensch webt seine Gewebe und die Zeit webt die ihren.
İnsan kendi ağını (dokusunu) örer, zaman da kendininkini...

Bir Alman kentinde, dokumacilar loncasina ait bir binanin duvarlarinda yazar. 
Düsündükce icimi titretir. 

Duvarlari konusan tarihi binalarimiz olsaydi, dokudugumuz toplumsal kumasin bizden önceki cözgü ipliklerinin yanindan gecebilir, elimizi uzatip dokunabilir olsaydik, bazi seyler farkli olur muydu?


 Daha sık atki ipligi meselesi de düsündürüyor beni. Atki ipliklerimiz kim (veya ne)? Sıklaşması gereken saflar mı var?



Ben bunları düsünedurayim, Cumartesi aksami hemen hic yapmadigim bir is yaptim. Oturdum bastan sona Cumartesi aksami filmini seyrettim: Marvin'in Odasi. Filmin sonunda Marvin'in odasindaki isik yansimalari düsündürdü beni, üc nesilin yüzü de isikliydi. Sonra yabanelma'm bir hikaye paylasmis instagramda, onu okudum. Atki ipliklerini cözer gibi oldum. Yani gercekten cözmedim tabii, sembolik anlamda. Onlar sıkı sıkı olmalı, cözülmemeli. Onlar yanyana durmali, kolkola girmeli. Araya bosluklar girsin istemiyorsan, tren istasyonlarinin önünde derin, cok derin ve sessiz, cok sessiz bosluklar olusmasini istemiyorsan, atki ipliklerini sıkı tutacaksın.

 Hayat bu demek, bundan baska hicbir sey degil. Baska renklerle kaynasmayi ögrenmen gerek. Hayat tek renkliligi kabul etmez, hayat sadece cözgü iplerinden dokunmaz, sadece atki iplerinden de dokunmaz. Hayat böyle kurulmadi. Baska renk olmayi istemiyor olabilirsin, her ne isen o olmaktan cok memnun olabilirsin, mesele degil. Baska renklerle yanyana ve güzel ve kendin gibi ve uyumla durabilmeyi ögrenmek demek. Tekrar tekrar söylemekten nefeslerimiz tikansa da, hayat bazen üstte kalma, bazen de alttan alma sanatini ögrenmek demek.  Ancak böyle, sadece böyle güzel olabilecegimiz sirrini cözebilmek demek.

"Eser"e oglan kum saati benzetmesi yapti. Cok itinayla eksiltip arttirmama ragmen kum saati neden böyle egri bügrü oldu bilmiyorum. Bu noktada düzeltme imkanim da yok. Sanirim egri bügrülük de hayata dahil. Adina entropi diyorlar, kapi gibi fizik yasasi. Insan zihninin elinde cetvelle dolasan ve kendi dogrusunun disina tasan herkesi ve herseyi maket bicagiyla bicip ativeren kismi bosuna ve termodinamigin ikinci yasasina karsi savasiyor. En yasamsal , en varolussal iplerimiz öylesine birbirine dokunmus ki, kendimizi de yaralamadan "arizali"yi bicip atmanin imkani yok.

Bugünlük de bu kadar olsun.
Cünkü söz tükendi. Dokudugu cercevenin dibine vardi.
Yasamin dokumasi ise baki.


16 Ekim 2015 Cuma

keşke origami

Uzun zamandir 3sat'taki Scobel programini seyretmiyordum. Scobel (programi yayina hazirlayan ve sunan kisi) hep ilginc konular bulur. Bu kez konu "Muster des Lebens"(Yasamin desenleri, sekilleri) idi.

Programa eslik eden belgeselde (Der Origami-Code)  temel konu origamiydi. Origaminin veya genel olarak katlama sanatinin inanilmaz derinlikli bir arastirma alani oldugunu ögrendik. Katladiklari kompleks formlari önce bilgisayarda tasarlayan amatörleri, matematik ve enformatik gibi uzmanlastiklari konularda origaminin kullanim alanlari üzerine calisan iyi üniversitelerden bir takim profesörleri dinledik.

Dogadaki objeleri origami benzeri tekniklerle ve inanilmaz bir gercekcilikle tasarlayip katlayan Fransiz bir sanatciyla tanistik. Normalde origami sanatindan bilinen kimi katlama tekniklerinin icat degil kesif oldugunu, doganin inanilmaz yetenekli ve etkin bir katlama ustasi oldugunu ögrendik. Bitkilerden, hayvanlardan ve galaksilerden verilen örnekleri saskinlikla izledik. Harvard Üniversitesi'nden Hint asilli bir matematik profesörü kayin yapraklarinin kis tomucuklarinin icindeki katli durma tekniginin matematigini arastiriyordu; özel uzmanlik konusu buydu. Bir Alman origami ustasi  dogadaki "instant" katlama pattern'lerini arastiriyordu.

Yine Almanya'dan Katalan bir origami ustasinin odalar, duvarlar dolusu kitaptan olusan kisisel kütüphanesi bize katlama sanatinin sadece Japonya'da degil, tüm dünyada öteden beri insani mesgul eden harika hikayesini anlatiyordu.

Biri Avustralyali , bir Japon iki bilim insani mesafelerin aralarina girmesine izin vermeden internet üzerinden birlikte calisiyor, her türlü objenin önce matematik diline dökülüp, oradan katlama teknigine cevrilerek tek parca kagittan katlanmis bir kopyasini üretmenin mümkün oldugunu kanitliyorlardi.

Ucak endüstrisinde mühendisler hafif malzemeleri inanilmaz saglam ve stabil kilan teknikler ararken yaniti origamide buluyor, özel katlanmis pattern'ler sayesinde üzerinden bir tonluk  otomobil gectiginde zarar görmeyen son derece hafif ve esnek objeler üretebiliyorlardi. Ileri dönemde ucaklarin agirliginda %20-%30'luk azalma olabileceginden ve bunun cevre zararlisi ucak yakiti tüketimine de olumlu yansiyacagindan bahsediyorlardi.

Hokkaido Üniversitesi'nden genc bir Japon bilim insani insan bedenine katli sekilde sokulan ve damardaki daralma noktasina geldiginde acilan "origami" stendler üzerindeki calismalarindan bahsediyordu. Deprem bölgelerinde girilmeyecek noktalara katli seklinde girip orada kendi kendine acilabilecek ve canli arayacak mini robotlar üzerine calisan bir Ingiliz bilim adami bile vardi.


Icimde günlerdir uykuda olan bir yerin yeniden uyandigini hissettim. Darbe üstüne darbe almaktan hissizlesmis ve artik hicbir seye saglikli ve dogal tepki veremeyen bir yerde hislenme isaretleri farkettim. Kabuk üstüne kabuk baglayan bir yarada yasam izleri gördüm.

Bana iyi geldi.

Almanca bilmiyorsan bile izle, sana da iyi gelecek bence.

Bir de o soru ve o keske olmasaydi...

O soru: "Bir insan ömrünü neye vermeli?"

O keske: Herkesi kendi dogrumuzun hizasina cekme , gerekirse ölümüne hizaya cekme takintisi yerine, bu tür meraklar, takintilar gelistirseydik, ah keske okul cocuklari gibi olsaydik, ah keske origaminin dibine vursaydik, ah keske koni seklinde kivrilmis bir kagidin üzerine üc kilo kitap biraktigimizda kendiliginden olusan katlama formunun, derin, hayranlik verici basitligiyle sarsilabilen yanimiz diri olsaydi. Bütün bu insanlarin zamanlarini gecirdikleri, akillarini, fikirlerini ve yasam enerjilerini verdikleri konulari görmek kuvvetli bir aglama istegi yaratiyor bende. Origami belgeselleri sanirim sadece bazi cografyalardan gelenler üzerinde iste böyle tuhaf, duygusal etkiler yaratiyor.


Dipnot: Almanca "entfalten" da ne güzel sözcüktür. ent-falten. Katli olanin acilmasi. En cok da "yasam" sözcügünün yanina gelince güzellesiyor. "Sich enfaltendes Leben" örnegin. Kendi kendini acan, kisitli dar alandayken genisleyip yayilan, son noktasina dek potansiyelini aciga vurabilen yasam demek. Bugünlerde en eksigimiz bu.

Hepimize katmer katmer acilip dalga dalga yayilan bir dirilik, canlilik enerjisi diliyorum. Kalpten. Kalpten; cünkü bir kücücük bedene katlanip sigdigi halde acildiginda evrenlere sigmayan odur.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Pay




"Bir toplumun üyesi olarak onun hatalarındaki kişisel payımız genel olarak daha sonra dışarıdan bakanların bize biçtiğinden çok daha azdır. Öte yandan sözkonusu kişisel pay kendi kendimize itiraf ettiğimizden de daha fazladır."

Hannah Arendt

Karisik biraz. Ama tek tek, tane tane okuyup anlayinca kötü vuruyor.

8 Ekim 2015 Perşembe

Tırınım tırınım tırı-nı--nı-nııııı-nım!


"Bu gezegen canlı. Havası var, atmosferinde sis var ve aktif bir jeolojik yapısı var....  "NASA'nın yayınlayacağı belgeler güneş sistemiyle ilgili olarak bildiğimiz her şeyi değiştirecek. NASA Perşembe günü size açıklayacağı şeyleri burada size söylememe izin vermiyor. İnanılmaz şeyler var"

Evrenle ilgili en sevdigim seylerden biri insani sürekli ters köse yatirmasi :)
Simdi bu Plüton gezegen miydi degil miydi? Günes sistemine dahil miydi degil miydi?
Bu Plüton bugün bombayi patlatacak mi patlatmayacak mi?
Bi de bakmissin, 'bızden değılsın' denen ve ders kitaplarindan kovulan,  dış kapının mandalı Plüton ana kapinin kilidine anahtar oluvermis.

Tırınım tırınım tırı-nı--nı-nııııı-nım!


Yaşama, insana, gezegene dair

Bunlar bir ara sıkı bir sosyal medya diyeti uyguladigim sira topluca seyrettigim filmler. Hepsinin benim icin  ortak bi tarafi var ama adini koyamiyorum. Bu gezegen üzerindeki yasama ve insana dair az/hic konusmali belgeseller/filmler diyelim. Arada sistem elestirisi yapanlar da var. Degisik bir seyler izlemek istediginde ve az konusmadan rahatsiz olmayacagini hissediyorsan tavsiye ederim.

  • Qatsi üclemesi. (Godfrey Reggio)  Qatsi sözcügü Hopi Kizilderilileri'nin dilinde "yasam demekmis. Üclemeye ilham verenlerin arasinda Ivan Illich ve Leopold Kohr'un da oldugunu ise yeni ögrendim. 
  1. Koyaanisqatsi (1982): Bir magara duvarindaki resimle baslayip yine onunla biten medeniyet elestirisi. Philip Glass'a ait müzik cildirtici ama yine de kötü diyemiyor insan. Tuhaf bir etkisi var. Internette bulunabilir. En azindan finali kacirilmamali. "Koyaanisqatsi" cilgin, dengesinden cikmis, cözülmekte olan yasam demek.  
  2. Powaqqatsi  (1988): Müzikler yine Philip Glass'a ait. "Powaqqatsi" kimi cevirilere göre dönüsüm icindeki yasam, kimilerine göre ise baska yasamlari kendisi icin sömüren parazit yasam veya canli türü anlamina geliyormus. Bu filmin ana temasi dünya üzerinde yasamin gelenekselden endüstriyele dönüsmesi, endüstri ülkelerinin dünyanin kalan kismini sömürmesi oluyor haliyle. Filmin giris sahneleri Brezilya'daki altin madeni Serra Pelada'dan. Mutlaka, en azindan bu sahneler izlenmeli.  Ben kendime ceki düzen vermek icin arada bir dönüp yeniden izlerim. Giristeki düdük sesi, madenci amcalarin bakislari, sonlara dogru cuval yerine sirtta tasinan madenci cok sey anlatiyor.
  3. Naqoyqatsi (2002). Üclemenin sonuncusu. Naqoyqatsi bir savas olarak yasam demekmis. Filmin stüdyolari World Trade Center'a cok yakinmis ve 11 Eylül saldirilari filmin icerigini etkilemis. Müzik yine Philip Glass'tan. Fakat yillar gectikce ve sinema/müzik teknigi ilerledikce daha harika seyler yapilmasi beklenirken bu ücüncü film sanki ilk ikisinin siirselligini ve etkisini yakalayamamis. Bende bir iz birakmamis örnegin, hic bir sahnesini animsamiyorum.
  • Ron Fricke'in yorumsuz konusmasiz üc belgeseli. Ücleme denmiyor acikca ama öyle denebilecegini saniyorum. Bu gezegen üzerinde yasam, kültür, gelenek, endüstri, modernite, ..Ne arasan var.
  1. Chronos (1985) - Filmin adi Antik Yunanca'da "zaman" demek. Senkronize, kronolojik gibi modern sözcüklerden de taniyoruz kendisini. Film boyunca zamanin degisik ölceklerdeki akisini izliyouz. Tarihsel veya mevsimsel ölceklerde. 
  2. Baraka (1992) - 6 kitada , 24 ülkede 14 ay boyunca cekilen materyalin bir araya getirilmesiyle olusmus. teknik acidan bir ilke imza atiyormus ama ben anlamiyorum tabii neyin nesi oldugunu. Filmin adi, "Baraka", Ibranice ve Arapca'daki tanrisal kutsayici güce isaret eden ortak sözcükten geliyor. Yanlis bilmiyorsam, Türkce'deki "bereket".
  3. Samsara (2011) - 5 yilda 25 ülkede cekilmis. Samsara Sanskritce'de yasam/ölüm/yasam döngüsüne isaret eden sözcükmüs. Film belirgin bir mesaj vermiyor olusu sebebiyle elestirilmis. Pardon? Su sahneler bir mesaj vermiyor mu yani?



  • Home (2209) neredeyse tamamen yukaridan, havadan cekilmis yeryüzü görüntüleri. Evimize dair 120 dakikalik bir  belgesel :) Yann Arthus Bertrand tarafindan 50'den fazla ülkede cekilmis. TED'de yaptigi bir konusmada filmin copyright korumasi altinda olmadigini söylemis. Ben Wikipedia'nin yalancisiyim :) Öyleyse buyurun :)
  • Life in a day: 192 ülkeden 80.000 kisi yapilan cagriya uyarak youtube'da yasamlarindan belli bir günün (24 Temmuz 2010) cekimlerini paylasmis. Film bu paylasimlarin birlesiminden olusuyor. Gezegenimizde normal bir gün :) Insan olmak üzerine bir film diyebiliriz ya da... Ilginc deneme, hos film. Tamami  burada...
  • The Tree of Life. Bilenler diyecek ki "ama The Tree of Life belgesel degil ki?" Biliyorum ama hem yaklasik ayni dönemde ve ayni ruh haliyle izledigimden, hem de sessiz derinliginin verdigi mesaj yüzünden yukaridaki diger filmlerle bir arada düsünürüm ben bu filmi hep. Ve ne zaman haberlerde cocugunun cenazesine gitmek zorunda birakilan bir anneye rastlasam, filmden su kisim gelir aklima ve anne rolündeki Jessica Chastain'in "Neredeydin? Neden?" diye sormasi. 

Taniyanlarin bildigi üzere, bazen yazinin girişinde yerinde olmayan aklım, yazinin sonunda gelir başıma. Simdi bendeki ortak yanlarini biliyorum bu filmlerin. Hepsi de yasami kutlamak, yasami daha da yasam dolu kilmak (Dürr) ve yasam dolu olmayan herseyi bozguna ugratmak (Thoreau) cabasini ayakta tutan filmler. Bu kontenjandan proce kapsamina alalim bi zahmet.

Dipnot: Bana seyredilecek kiymetli ama az bilinen filmler bilip bilmedigimi sorarak bu listeyi üc yil sonra aklima düsürene tesekkürler. 

Dipnot 2: Basligin yaziyla kesinlikle bir ilgisi var. Bi sey deniyorum da... 
   

Kalp - yürek - gönül




Baska yerlere not ettigim bazi seyleri buraya tasiyorum bugün. Bir tür temizlik....
Örnegin su yazi var: Nicin gönlüm degil, yüregim cesur? diye soruyor Dücane Cündioglu. Kalp - yürek - gönül sözcüklerinin Türkce'de ince nüans farklarina sahip olmasi konusunu daha önce Zülfü Livaneli de yazmisti. Onun da linkini vermek istemistim, konu bütünselligi acisindan. Fakat aradim aradim bulamadim. Her neyse, dil canli bir sey; gönül baska, yürek baska, kalp baska titresiyor. Ne kadar az düsünüyoruz böyle seylerin üzerinde... Baska seyler cok zamanimizi aldigi icin mi, yoksa böyle seyleri az düsündügümüz icin baska seylere yer mi aciyoruz hayatimizda?  Ve ayrica bütün düsünce balonlari yukaridaki gibi olsaydi dünya nasil bir yer olurdu?


6 Ekim 2015 Salı

Perdede yeni renk trendleri


We share the same biology, 
regardless of ideology

Son ikibin yilin en cok tartisilan cümlelerinden biridir herhalde: "Düsmaninizi sevin."
Kulaga biraz oksimoron gelmiyor mu? "Ha, anladim, evet" deyip gecilecek cümlelerden degil.

Haber bültenlerini arada bir bu cümleyi anlayisimi kontrol etmek icin kullanirim. Cümleyi olayin üzerine yatiririm. Bi alttan bakarim, bi üstten bakarim. Bakalim simdi anlayabiliyor muyum diye sorarim kendime. Bakalim simdi cümleyi haberin camuruna, cirkefine  ve kanina bulayip somutlastirdigimda hala parlamaya devam ettigini düsünüyor muyum?  Anlamak da degil, icimde hissedebiliyor muyum hala?

Son zamanlarda anlar ve hisseder gibi oldugumu saniyorum.
Insan varolussal bir güdünün sonucu olarak belki, hayatta kalmak sansini arttirabilmek icin galiba, kendi gibi olani, kendine benzeyeni, kendinden olani daha kolay ve daha cok seviyor. Bunu normal sart kabul edip, su kenara koyalim.

Ama son tahlilde düsmanimizla bile (en az) bir ortak yanimiz vardir: Insan olusumuz.

(Bi kaplan bize saldirabilir ama bunu kendi varolussal icgüdülerinden dolayi yapar, düsmanlik duygusundan degil, cizgi filmler bu konuda yaniltir, Shir Khan'in Mogli ile özel bir derdi yoktur. Dolayisiyla düsmanimiz daima bir insandir.)

Simdi, takip edebiliyor musun mantik cizgisini? Düsmanin en azindan insan olmasi acisindan seninle ortak bir paydayi paylasir, sana benzer, senin gibidir, sendendir. Insanligindan cikmis olabilir. Cok feci seyler yapiyor olabilir. O zaman bile öyledir. Özümüz fecilik degil, insan olmaktir cünkü. Sahip oldugumuz herseyden silkelendigimizde (feciligimiz dahil) geriye bi tek insan olusumuz kalir cünkü.

En azindan bunu yapabilir miyiz? "Düsman"in icindeki "uyuyan güzeli", insani sevebilir miyiz? Onun icin üzülebilir miyiz? Secimlerinden dolayi? Onun icin endiseye kapilabilir miyiz? Varacagi noktadan dolayi? Kendimize üzülür gibi, kendimiz icin endiselenir gibi?  Sevmek dedigin nedir ki sonucta? Yürek cirpintisi mi? Birak, "düsman"ini görünce kelebekler ucusmayiversin karninda. Gözlerin zaten parlayacak degil. Oksitoksin de salgilamazsin.  Bunlari beklemek cok fazla olur. Ikibin yillik cümlenin kastettigi de bu degildi sanirim. Yoksa devami "Size zulmedenler icin dua edin" diye gelmezdi.  Bize kötülük edenler icin, ortak insanligimiz icin,  üzülebilir miyiz, endise edebilir miyiz, dertlenebilir miyiz? Insan gibi davranabilir miyiz? Düsmanligimizi, "düsman"imizin insan olusundan dolayi hakki olan herseyi, her sart altinda korumak üzere, adabiyla yasabilir miyiz? Cünkü, evet, düsmanligin bile bir adabi vardir.

Cocugu öldügünde, örnegin, kendi cocugumuz ölmüs kadar üzülemeyiz sanirim. Ama onun, bizim cocugumuz ölse ne kadar üzüleceksek, en az onun kadar , en az o kadar üzüldügünü tahmin edebilir miyiz? Hissedebilir miyiz bunu? Cünkü, derler ki  Ruslar da sever cocuklarini ve zaten - insan olusa dahildir-  herkes sever cocugunu.

Bunu yapabilecegimi saniyorum.
En azindan bunu yapabilmemiz gerektigini saniyorum.
Bir tek bunu yapabilsek bile büyük fark yaratacagina inaniyorum.

Dipnot 1: Bu yazi, bir kavram olarak düsmanin ne oldugunu ve gercekligini  tartismaz; yazidaki bütün "düsman"lar, ben eklesem de , eklemesem de, tirnak icindedir.

Dipnot 2: Basligin yaziyla bir ilgisi yok. Bi sey deniyorum.


"Magic Loop"

Yep, I understood it at the end: Magic Loop.
I agree with others in Pinterest.
It's really the best instruction I've ever found.

Ja, I habe es verstanden! Sogenante "Magic Loop".
Ich stimme anderen in Pinterest zu.
Das ist wirklich die beste Anleitung, die ich je gefunden habe.

Evet, sonunda anladim :) "Magic Loop", büyülü halka.
Pinterest'teki diger yorumcularla ayni fikirdeyim.
Gercekten buldugum en iyi magic loop tarifi.

Tesekkür


Bu seferki grip vakasini olabildigince hafif atlatmamda emegi gecen asagidaki ekibe tesekkürü bir borc bilirim:

- Ihlamur cayi, arada adacayiyla
- Kebabiye. Agizda cignemek, hemen yutmayip biraz bekletmek özellikle ses kisikligina iyi geliyor, bogazi rahatlatiyor.
- Tuz-karbonat solüsyonuyla agiz, bogaz gargarasi, burun yikama (Bomba!)
- Dis macunu ve dogal dudak nemlendirici krem sirayla (ayni anda üc yerden birden patlayan ucuklari geminde tutabildikleri kadar tuttuklari icin
- Cay demleyip getiren koca
- Ben uyurken sessizce ödevini yapan ve  bir haftadir sabirla öpücük yasaginin kalkmasini bekleyen cocuk
- Sezer! (kebabiyeyi ondan ögrenmistim, tuz-karbonat solüsyonunu da o önerdi, Hizir gibi mübarek :)

5 Ekim 2015 Pazartesi

da

uyku tutmadi, sosyal medyanin anlattigi pazar hikayeleri yetmedi, kendi eski hikayelerime daldim azicik...
...da farkettim.
ayri yazilmasi gerekirken dalginlikla bitisik yazdigim
ve
bitisik yazilmasi gerekirken ne akla hizmetse ayirdigim
bütün de/da'lar icin
Türkce konusan dünyadan özür dilerim.

4 Ekim 2015 Pazar

Sokrates'in Savunması - Kriton - Phaidon


Apologie - Kriton - Phaidon
Oldenburg, 2011


Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: 
ben ölmeye, siz yaşamaya. 
Hangisi daha iyi? 
Bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez.

Bazi yazarlar ve bazi kitaplari vardir ki, herkesin onlar hakkinda, leyhte ve aleyhte söyledigi otuz iki milyon yorumu  okuruz da, orijinal metni ya nadiren okuruz, ya hic okumayiz. Adam Smith - Milletlerin Zenginligi öyle bir kitaptir. Charles Darwin - Türlerin Kökeni öyle bir kitaptir.  Descartes, Kant, Marx, Freud, cok daha geriye gidecek olursak Antik Yunan filozoflari, Sokrates, Platon, Aristoteles öyle düsünürlerdir. Bunlar sadece ilk anda aklima gelenler...

Bir süre önce baskalarinin klasikler üzerine yazdigi yorumlari okumaktansa neden gidip orijinallerini okumadigimi daha cok sorgular oldum. Adam Smith öcü müydü, yoksa sadece yanlis mi anlasildi?  Darwin aslinda tam olarak ne demisti? Böylece "orijinallerini okuma", en cok önemsedigim okuma hedeflerinden biri oldu.

"Sokrates'in Savunmasi"ni o yüzden okudum. Sokrates kimdi? "Bildigim tek sey hicbir sey bilmedigimdir" diye ööyle durup dururken mi demisti? Niye demisti? Nasil demisti?

Felsefe tarihcilerinin üzerinde birlestigi üzere, Sokrates hakkinda bildigimiz her seyi Platon söyledigi icin biliyoruz. Sokrates'ten kalma, bilinen hicbir yazili metin yok. Platon Sokrates'e öyle dedirttigi icin de Sokrates'in bilgeliginin hic bir sey bilmedigini bilmesinden kaynaklandigini kabul ediyoruz.

Sokrates'in Savunmasi, yani orijinal adiyla "Apologia Sokratus", Sokrates'in "inancsizlik ve Atinali masum gencleri zararli fikirlerle zehirlemek" suclarindan dava edilmesi üzerine, mahkemede yaptigi savunma konusmasini iceriyor. Bati dillerinde Apologie/Apology sözcügünün yasadigi anlam kaymasi kafa karistirmasin. Özür dilemiyor, hayir, kendini savunuyor.  Kisa ve kolay anlasilir bir metin. Lise ögrencileri bile anlayabilir. Neden liselerde böyle metinler okutmazlar ki? Karlofca Antlasmasi'ni kaldirabilmis her liseli bünye, bence Sokrates'in Savunmasi'ni da kaldirabilir. Hayir, biz lisedeyken bi kuplecik olsun okutsaydiniz da, felsefe metinlerinin sanildigi kadar uzak ve ulasilmaz seyler olmadigini anlamak icin kirk yasimizi beklemeseydik diyorum :(

Benim kütüphanede buldugum Apologia basimi, konu bütünselligi acisindan Platon'un diyaloglarindan ikisini daha iceriyordu.

Biri Kriton. Sokrates'in mahkum edilisinden hemen sonra, arkadasi Kriton hücresinde ziyarete gelir ve Sokrates'e hemen o gün kacabilmesi icin yardim teklif eder ve neden ölüm cezasini kabul etmeyip kacmasi gerektigini aciklar. Kriton ile Sokrates'in arasindaki diyalog, Sokrates'in neden kacmayacagi ve cezayi neden kabul ettigine dair aciklamalarindan olusur.

Ücüncü metin, yani Phadion ise, önceki ikisinden daha uzun ve daha detayli, daha incelikli bir felsefi tartisma. Bu konusma metninde Sokrates baldiran zehiri icerek ölecegi gün, hücresinde, yakin cevresinden ögrencileri ve dostlariyla ölüm, ölüm korkusu (veya korkusuzlugu), ölüm sonrasi, ruhun ölümsüzlügü vb. üzerine felsefi bir tartismaya girisiyor. Digerlerinden daha dikkatle, Sokrates'i adim adim izleyerek, her cümlesini tam anlayarak okumak gerek. Bu diyalogda Sokrates'ten cok Platon'a atfedilen "Idealar Kurami"ni Sokrates'in agzindan tartisan, vurgulayan bölümler var.  Liselileri -eger özel istek göstermezlerse- Phaidon'dan muaf tutabiliriz. Ben de grip kafasiyla her seyi tam anlamadim. Belki grip olmasam bile ilk okumada tam anlamayabilirdim. Tekrar okuyacagim. Phaidon Sokrates'in baldiran zehrini icerek ölmesiyle son buluyor.

Sonuc olarak Sokrates'i nakillerle degil, biraz daha direk taniyoruz bu metinlerden. Bilerek veya bilmeyerek gözlerimden yaslar getirecek seyler söyledi. "... veya bilmeyerek " diyorum, cünkü hicbir sey bilmedigini söyleyen oydu. Sokrates'in gerisinde duran ve onu konusturan kisi olarak Platon'la da el sıkışıyoruz elbette. Hangi noktada Sokrates'le, hangi noktada Platon'la diyalogdayiz; tam emin degilim/degiliz. Platon'u biraz daha tanimak gerek. Daha bi Devlet'i okumak gerek, daha magara benzetmesini baglaminda anlamak gerek, daha cocuklari niye ailelerinden alip devletin yetistirdigi bir sistem öngörüyor bakiim, sormak gerek. Daha Sokrates'in son gününde hücresindeki sohbette Platon niye yoktu ve yoklugunu diyalogda Phaidon'a neden özellikle söyletme ihiyaci hissetti, onu cözmek gerek.

Daha cook okumak gerek anne, coook!

Dipnot: Daha önce Seneca okurken de demistim, felsefe kitaplarini yayina hazirlayanlar, okurla filozofun arasinda durmamali. Diyecek sözü, ekleyecek yorumu, yapacak aciklamasi varsa, bunlar metnin sonunda yapmali. Bu kitabi yayina hazirlayanlar öyle yapmis, cok da iyi etmisler.


2 Ekim 2015 Cuma