28 Eylül 2017 Perşembe

Yaşamım ve Dünya Görüşüm


Mein Leben, meine Weltansicht
Erwin Schrödinger
dtv, 2006

Schrödinger'in 1960'ta yazdigi kisa bir otobiyografi ile 1925 ile 1960'da yazdigi birbirine benzer konulu; dünya görüsünü aktaran iki makalesinden olusan kisa kitaptir.

Biyografi hakkinda diyebilecegim tek sey beni sasirttigidir. Yazarken yazarken birden adeta yarim kesiyor Schrödinger ve "bundan fazlasini da anlatmaya gerek yok zaten" diyor. Suralarda hayatinin hikayesini otuz-iki-kisim-arkasi-yarin kivaminda anlatan biz blogger'lar icin sasilasi durum hakketen. Ayrica da kronolojik degil, bir ordan bir burdan anlatiyor. Benim gibi kronoloji tutkunu olanlar icin akillara zarar bir biyografi :)

Yasam görüsünü anlatan iki makaleye gelince onlar hakkinda diyebilecegim tek sey ise hic bir sey anlamadigimdir! Gercekten; uzun zamandir düsünsel olarak takip etmekte bu kadar güclük cektigim bir eser olmamisti. Hic----bir---sey---anlamadim. En azindan bunu yazayim, ola ki bir gün sen de okuyup bir sey anlamazsan kendini kötü hissetme ya da okur da anlarsan kendini oldukca iyi hisset ( ve bana da bi anlasilir özetini geciver bi zahmet). Haa! Dur, dur!  Son bölümde Upanisadlar neden Schopenhauer'in yasaminin tesellisiydi  ve ölümünün de tesellisi olacak; onu aciklamis ; bak iste onu anlamami sagladi, sag olsun, var olsun Schrödinger.

Demek ki neymis, bir kitabi anlamasak bile sonuna dek okumak gerekirmis; cünkü en son sayfalarinda bile isimize yarayacak bir sey cikabilirmis ;)

Anahtar sözcükler olarak Richard Semon ve Mneme'ye ek olarak; Hume, Leibniz, Berkeley'i de not etmeleyim ama gidip bunlari bi okusam anlar miyim; okusam bu kitabi da anlamama yardimci olurlar mi süpheliyim. Ben en iyisi gidip Sophie'nin Dünyasi notlarimi bir yeniden okuyayim... Sanki...

O tığa gelince... o fotografta kitabin yan tarafinda duran... O da bu günlerde anlamadigim bir baska konu. Anlamadim, anlamadim, anlamadim. Biraz daha calismam gerek Schrödinger'i ve Knooking'i.
Yalniz Schrödinger'e Knooking'i kitabiyla ayni post'un mevzusu yaptigimi söylemeyin; mezarinda döner korkarim... Ve neyse ki bu dünyadan bir Sokrates gecti de, bu anlamamalari cok kafama takmiyorum.

27 Eylül 2017 Çarşamba


Haa, bu arada...
Çakal eriği de çok oldu.
Hem de nasıl çok...










26 Eylül 2017 Salı


Komsum dünyanin en büyük yaprakli adaçaylarını yetistiriyor olabilir mi?

25 Eylül 2017 Pazartesi

"Zararlı"


Bu fotografin bir benzeri bugün BDNG'de yayinlaniyor. Bu aslinda bir zararli. Yapragin altina tutunuyor. Icinde larva var, yapragin özünü emerek büyüyor ve sonunda ucup gidiyor. Ben doganin "zararli"larini bile güzel buluyorum; o yüzden sık sık BDNG'de onlarin da fotografini yayinliyorum.

Doganin "zararli"larina baktikca, onlar hakkinda okudukca bir seyi daha iyi anlamaya basladim ben. Bütüncül bir sistemde "zarar", "zararli", "kötü" diye bir sey yok. Bütüne dilimlere ayirarak baktigimizda bize kötü ve zararli görünüyorlar sadece. Oysa bütünün icinde bir yerleri, bütünün yarari acisindan onlarin da bir islevi, bir görevi var. Bu fotograftaki arkadasin neyin yararina oldugunu, ne islevi oldugunu sorsan yanit veremem; daha ben sivrisineklerin varlik amacini bile cözebilmis degilim. Ama eminim özünde "zararli" olmadiklarina...

Kafani bu bakis acisina "adjust" edersen tüm zararlilara tirnak icinde bakmaya basliyorsun. Sana nerede, ne zaman bir zararlidan bahsetseler "dilimi nerden kesmisler?" diye bakmaya basliyorsun. Cok vakit almiyor, görüyorsun. Bütünü dilimlere ayirmaktan daha büyük kötülük, daha büyük zarar yok, anliyorsun.

Bütün "zararli" tanimiyor;  bütün sağlıklı; en güclü duvari, yani duvarsizligi siper etmis kendine, ondandir ki bağışık, ondandır ki umrunda bile degil. Zararli görülen ise sadece ayrildigi icin zayiflamis olana dokunuyor, sadece zayif olani bitiriyor. Ama bunu dogasina uyarak yapiyor, kötücüllüktendolayi degil.  Agaclarda da böyle bu; larva bir agaca tutundu mu, uzmanlari bunu zararlinin korkunclugundan, kötücüllügünden cok agacin ya da yasadigi ortamin ekolojik acidan zayifladigina isaret sayiyor.

Zararlidan korkuyorsun. Cünkü dilimlere böldün, cünkü sınırlar cizdin, cünkü bütünden ayrildin, cünkü böylece zayifladin. Iste böylece korkuyorsun. Ve zararliyi sucluyorsun. Suç varsa başkasında arama. Onu ne zaman 'başkası' yaptığın, ona ne zaman 'başkası' olduğun üzerine düşün.

24 Eylül 2017 Pazar

Orman


Der Wald, eine Entdeckungsreise
Peter Wohlleben
Heyne, 2016

Peter Wohlleben'in "Das geheime Leben de Bäume" (Agaçların Gizli Yaşamı) adli kitabini varligindan haberdar oldugumdan beri ele gecirmeye calisiyorum. Kitap burada o kadar popüler olmus olmali ki, kütüphanedeki üc kopyasi bir türlü raflara geri dönmüyor. Ben de sabirla her gittigimde kontrol ediyorum. Ayni yazarin Türkce'ye adi "Orman - Bir Kesif Gezisi" diye cevrilebilecek olan bu kitabini ise iste o kitabi araraken gördüm ve benzer bir kitap olabilecegi düsüncesiyle hemen ödünc aldim.

Peter Wohlleben bu kitaba nasil ormanci oldugunu anlatarak basliyor. 80lerde yükselen cevre bilincine paralel olarak "doga korumaci" olmak istiyormus aslinda. Bu amacla Biyoloji okumaya baslamis. Bir gün annesinin  gazetede okudugu bir duyuru ile ormancilik egitimine geciyor oradan; cünkü böylece hayalini kisa yoldan hayata gecirebilecegini saniyor. Ormanciligin Almanya'daki uygulamasinin (ki tahminen dünyanin her yerinde ayni olmali) doga korumaciligin yanindan bile gecmedigini; ormanin bir isletme, ormanicinin da onun kara odaklanan isletmecisi oldugunu anlamasi biraz zaman aliyor. Anladiginda ise en azindan kendi sorumlu oldugu ormanda bu gidisata dur demek icin yapmadigi sey kalmiyor. Kitap biraz bu maceranin hikayesi aslinda. Buna paralel olarak benim de en sevdigim agaclardan biri olan kayin üzerinden ormanda bir agac olma deneyimine dair pek cok sey anlatiyor.

Kitabin icimi biraz kararttigini itiraf etmeliyim. Ormanin ne kadar ince bir dengenin üzerine oturdugunu ve yapilan en kücük müdahalede bile nasil uzun vadeli zararlarin verildigini okuyunca, ormanciligin akillara zarar bir meslek oldugu hissi olustu icimde. Verdigi örneklerden de anlasildigi üzere bugünün pazara yönelik, asiri kara ve büyümeye odakli, yogun tarim ve hayvancilik uygulamalarindan hicbir farki yok ormanciligin. Wohlleben, tahminen ikibin yil öncesine ait Roma atli arabalarinin izlerinin ormanin zemininde hala görülebilir oldugunu ve bu alanlarda orman zemininin neredeyse geri dönülemez sekilde bozuldugunu anlatiyor bir sayfada. Diger sayfada ise bugünkü yaygin ormancilik uygulamalarinda ormana agaclari dakikalar icinde kesip, bicip, transfer edilmeye hazirlayan "harvester" denilen tonlarca agirlikta makinalarla girildigini anlatiyor. Kendi ormanina bu hatayi farkettigi andan itibaren transfer icin at arabalarindan baska bir sey sokmamis.

Ormandan kesilen 160 yillik bir kayin agacinin boslugunda bile aninda büyük bir negatif ekolojik etki olustugunu kayin agacinin döngüsünden okuyoruz ayrica kitapta. Bir büyükanne kesildiginde ve ahsap olmak üzere alinip götürüldügünde on yillardir gölgesindeki büyüyen yavrulara ne oluyor, toprakta neler neler oluyor, komsularina neler oluyor, faunada ne türden etkiler yasaniyor? Monokültür neden yanlis? Ormani parsel parsel yetistirip, parsel parsel harmanlayan bugünkü ormancilik anlayisi neden cikmaz sokak, ahsap kalitesi sebebiyle tercih edilen egzotik türlerle calismak neden büyük hayalkirikligi tek tek anlatiyor Wohlleben. Sürdürülebilirlik neden masala dönüsüyor, ormanlik alanlarda rüzgar gülleri neden büyük bir fiyasko, Almanya ormanlarindaki av hayvanlari ve avcilik gelenegi ormanlara nasil zarar verdi, bu konulara da giriyor. Bize Vietnam savasinin bir benzerinin sessiz sedasiz 70li yillarda Alman ormanlarinda vuku buldugunu, Borneo ormanlarindaki palmiye plantajlarinin bir benzerinin igne yaprakli türler ile Alman ormanlarinda coktan kurulmus oldugunu gösteriyor.  Igne yapraklilarda özel bir sorun yok; sorun Orta Avrupa iklimi icin egzotik kalmalari, aslinda Kuzey Avrupa'nin taygalarina özgü türler olduklari ve sirf ticari, ekonomik avantajlari icin 20. yy.da Orta Avrupa'da da tercih edildikleri icin... Yani yine insan müdahalesi...

Cözüm? Benim okuduklarimdan cikardigim sonuc birincisi ormana insan müdahalesini minimuma indirgemek. Özellikle ormancilik faaliyetlerini... Ormanicinin en büyük aktivitesi gözlemek, gözlemek, gözlemek olmali yazara göre. Günlük rutininin önemli bir kismi agaclari tek tek gözden gecirmekmis. Agaci kökünden tacina dek gözden gecirip degerli isaretleri okuyormus. Bu is cok yorucu oldugundan bir kerede araliksiz iki saatten fazla yap(a)miyormus.

Ama ikinci ve daha önemlisi toplumun enerji ve hammadde kaynagi olarak ormandan elini cekmesi. Sadece yerel ormanlardan degil, küresel olarak tüm ormanlardan. Yoksa yük yerel ormanlardan cekilip dünyanin baska yerlerindeki baska ormanlarin sirtina yükleniyor; fark yok. Yani tüketimin azaltilmasi temel sart. Bu konuda ayni fikirdeyiz Wohlleben ile... En temiz enerji kullanilmamis enerji cünkü. Bu konuda biz ikimiz sanirim M.Ö. 4. yy'da yasamiz bir "cagdas"imizla ayni fikirdeyiz.
  


Peki umutsuz mu yazar? Cizdigi karanlik tabloya ragmen, hayir  umutsuz degil. Amazonlarda büyük alanlarin ormansizlastirilmasi ile cangilin ortasinda ortaya cikmis büyük yasam alanlarinin sasirtici örnegini veriyor. Bu alanlar eskiden insanlarin yogun yasadigi, topragin büyük ölcüde zarar gördügü, ekolojik dengenin "balta girmemis orman" olmanin cok ötesinde bozuldugu yerler iken, doga isi ele aldiginda insan izleri silinebilmis, dünyanin akcigerleri denen ormanlar ortaya cikmis. Simdi insanin hakimiyeti tekrar ele gecirmesi ile yeniden ortaya cikiyor bu gercek. Dolayisiyla insan bilincli olarak ormandan elini cektiginde ve her seyin "yönetilmesi" gerektigi fikrinden uzaklastiginda her seyin yoluna girecegini düsünüyor.

Haa, son bir ilginc detay: Wohlleben'e göre yaygin görüsün aksine orman insanin yuvasi degil aslinda. Insanin asil yuvasi savan. Bütün duyu organlarimiz ve algi becerimiz savana ayarlanmis sekilde. Ormanin bizi öteden beri hem biraz ürkütmesi, hem biraz büyülemesi; mit ve masallarin kaynagi olmasi bu yüzdendir diyor :)



23 Eylül 2017 Cumartesi

Stereogramm ve Anamorphosis

Bu iki sözcügü de o siralar (2017 basi) okudugum ??? Soru Isareti kitaplarindan not etmisim.

Ikinci sözcük Victor Hugenay'in sirrinin konu edildigi bölümdendi  kesin, birinci de bir bilgisayar oyunu ve onu gelistiren adamla ilgili bölümdendi yanlis aklimda kalmadiysa. Insan bu ergen kitaplarindan ne cok sey ögreniyor :) Ve bir kötü karakter olarak Victor Hugenay'i seviyorum. Ve ??? Soru Isareti filme de cekilmis ama kitaptaki orijinal Hugenay karakterinin tamamen tersi bir Hugenay yaratmislar. Bu kadar da olmaz ki! Kınıyorum!

Neyse, notlar:

3D-Resim,Magic Eye, Stereogramm, Silberner Blick : Iki boyutlu ama icinde üc boyutlu figürler saklayan resimler. Bir ara cok ünlüydü, internette Stereogramm diye aratinca geliyor. Silberner Blick, üc boyutlu resmi görebilmek icin gerekli bakis teknigi. Hani böyle dalgın dalgın, şaşı bakış.  Türkce'ye sözcügü sözcügüne cevrilirse "gümüşi bakış" demek. Bazen cangılın kuytusunda saklı gerçeği görmek icin de dik dik değil, böyle şaşı şaşı bakmak gerektirdigini düsündürmüstü bana. Ondan not etmiştim.

Anamorphosis (Hernandez'in teknigi): Bir resme ancak belli bir acidan ya da belli bir yansıtıcı araçla bakildiginda görünebilir olan anlamli sekil. Ressaminin baska türden bir bakis açısıyla çalışmasını gerektiriyor, şaşırtıcı. Bazen bu dünya da anamorphosis calisilmis gibi geliyor mu sana? Bana öyle geliyor. Bakıp bakıp "aa, neg'zel!!" filan diyoruz ama asıl resim o değil ki! Asıl resmi, gerçeği görmek icin özel bir araç gerekiyor: Kalp. Aynı hikaye yine.


22 Eylül 2017 Cuma

Kuzeyden

Ilk nerede gördügümü animsamiyorum. Not defterime

Ragnar Axellson
rax.is
kuzeyden harika fotograflar

diye not almisim.
Linke tiklayinca galeriye girmeli. Insanla doganin romantik olmayan hikayesi.

Not defterimi yenisine tasiyorum bugünlerde. Kalici notlari da buraya tasiyacagim. Bu ilki...

21 Eylül 2017 Perşembe

Hipliyoruz, Hopluyoruz

Eskiden, cook eskiden bu blogda sincapla dinlediklerimiz ve söylediklerimiz diye bir etiket vardi. Bir okul öncesi cocugun müzik zevklerine eslik etmekteydim, belki Almanya'da yasayan baska Türk anneler de ilgilenir diye not düsmekteydim.

Sonra o sincap büyüdü, bir Italyan Gezi rehberi oldu :) Zevkler degisti, hem de kac kez :)
Gecen yeni okulundaki ilk müzik dersine giderken serzenisle dedi ki "anne, ilkokulda biz müzik dersinde hep klasik müzik gördük yaa, bakalim bu yeni okulda nasil olacak?"

Yeni okulundaki ilk müzik dersinden döndü, cok ilginc bir müzik dinlemisler, cok sevmis, youtube'dan aradi buldu:

 

Simdi sabah aksam döne döne bu panda maskeli arkadasin kiz arkadasina vadettigi tatli dünyayi dinliyoruz. Hipliyoruz, Hopluyoruz, zipliyoruz, dansediyoruz filan.

Efenim? Birisi "cocugum kaliteli müzik dinlesin? Hip hop neymis? Rap mi ? Iiiii!" mi demisti?

Komm, baby, komm! Güzide egitim sisteminin degerli müzik ögretmenleriyle el ele verdik; surada bir anneye söylediklerini yediriyoruz, mach dir niiiee mehr Sorgen :D Ama benim egitim sistemine güvenim tam, hip-hop'dan girip klasikten cikacaklarini tahmin ediyorum. Evet evet... Iste bu ara "sincap"la bunu dinliyoruz :)


Boş günlerimin dolu işleri



Bos günlerimin dolu isleri :)
Her sabah baştan hazırlamaktan sıkıldım, kendime a la Hindiba müsli karisimi yaptim.
A la Hindiba demek  "duyan gelmis"  veya "evde ne varsa o" demek. Müsli temeli olarak yulaf ezmesini gidip aldim, onun disindakiler evde vardi ve tüketilmeleri gerekiyordu.

Asagidan yukariya sirayla:
Yulaf ezmesi
Chia tohumu (azicik kahverengi)
Hashas tohumu (daha cok mavimsi)
Hindistan cevizi
Ögütülmüs üzüm cekirdegi (kakao gibi görünen ince tabaka, demir deposu)
Keten tohumu
Kabak cekirdegi

Üstüne günlük olarak keyfe bagli olarak badem ceviz vb, tatlandirmalik kuru üzüm gelebilir ama böyle bile lezzetli.

Chia gibi egzotikler, üzüm cekirdegi unu gibi yeni trendler icin olmazsa olmaz demiyorum. Evde vardi :) Evde niye vardi? Chiayi benim bey alip gelmis ona sormali; üzüm cekirdegi unu oglana gizliden gizliye demir takviyesi yapmak gibi talihsiz bir procenin bileseniydi, ondan.  Keten tohumuna bayiliyorum. Hamsi bilmez memleketin gurbetcisiyim. Arada canim cok hamsi cekerse bu keten tohumunu yagsiz tavada hafifce kavurup salatalara serperek yiyorum, hamsi tava yaninda marul salatasi gibi oluyor. Iste bunlar hep Omega 3.

Haa, evet kavanozu nerden aldigimi soracaksiniz tabii, biliyorum :) Koska pekmez kavanozu ya da tahin, emin degilim simdi :) Her markette var :) Tahin-pekmez yaninda bonus veriyorlar ;)

Yaaa, evet, yine supliminal eleştirel mesaj veriyorum. Böyle sevin beni :)

20 Eylül 2017 Çarşamba

Yaşam Nedir?


Was ist Leben?
Die lebende Zelle mit den Augen des Physikers betrachtet
Erwin Schrödinger,
Piper,2011

Orijinali: "What is Life?" , Cambridge University Prss, 1944

Türkce'ye de 'Yaşam Nedir?' adıyla cevrilmis olan bu kitabi One Mind'da epey söz edildigi icin merak edip okudum. 20.yy'in önemli kuantum fizikcilerinden Nobel ödüllü Erwin Schrödinger bu kitabinda bir fizikcinin gözünden biyolojinin önemli bir konusuna, yasamin ne olduguna bakiyor ve yasamin fizik kurallariyla aciklanabilip aciklanamayacagi sorusuna yanit ariyor.

Capi kücük, icerigi oldukca dolu bir kitap. Youtube'un popüler deyisiyle "One Mind'dan gelenler" kitabin sadece son bölümünü de okuyabilir ama orada alintilanandan daha fazlasini da bulamaz sanki. Fizik veya biyoloji okumuslar icin oldukca anlasilir yazildigini tahmin ettigim kitap, benim gibi ne fizik, ne biyoloji okumuslar icin bundan daha fazla enerji sarfedilmeyi gerektiriyor ama buna degecektir de kuskusuz.

Kendi kafami da toplayabilme adina kitabin bölümlerinin  kisa birer özetini gecmek istiyorum ama tamamen kitabi okumanin yerine gecmeyecegini de belirtmeliyim:

1. Bölüm: Klasik fizikcinin cözüm cabasi
Ilk okudugumda bana kücük cocuklarin sorularini animsatan bir soruyla basliyor Schrödinger:"Atomlar neden bu kadar kücük?" ya da bir baska deyisle "neden vücutlarimiz atoma göre bu kadar büyük?"
Buna verdigi yanit su: Bütün atomlar sürekli olarak, tamaman düzensiz ve rastgele bir isil hareket gerceklestiriyor. Atomik düzeyde her sey öngörülemez, kaotik bir titresmeden ibaret. Az sayida atomdan olusan bir fiziksel yapida tanimlanabilir ve öngörülebilir bir düzen, bir fizik yasasi olusamaz. Ancak cok cok büyük sayida atom bir araya geldiginde davranislarinin ortak bilesiminden istatistik acidan anlamli , öngörülebilir ve düzen diye tarif edebilecegimiz fizik kurallari ortaya cikar. Yani bir organizmanin, kendisinde asina oldugumuz türden düzenli, tahmin edilebilir ve kaotik olmayan bir yapi gösterebilmesi icin cok cok büyük sayida atomlardan olusmasi, cok büyük olmasi ve atomlarin da bu oranda kücük olmasi gerekir.

Nasil yanit ama? Ilk basta 2 yasindaki "neden? neden? neden?" döneminden gecen bir cocugun sorusunu animsatan, "iste ondan/iste öyle cocugum" deyip gececegimiz bu soruyla Schrödinger gercek bilimin iki yas merakiyla basladiginin da bir örnegini veriyor sanki.

2. Bölüm: Kalitim Mekanizmasi
Ilginc soruya ikna edici yaniti almis, tam kösemize cekilmekteyken Schrödinger bu kez "ama nasil oluyor da oluyor?" türünden bir ergen karsi sorusuyla bizi ters köseye yatiriyor. O vakitler Kuantum fizigiyle beraber emekleme seviyesinde bulunan genetik biliminin ilk bulgularina göre kromozomlar (ki bunlar genlerden olusuyor, ki genler de bir tür moleküler yapi) organizmalarda son derece yasamsal rol oynayan yapilar. Ancak bir gende  bir ila bir kac milyondan daha fazla atom bulunamayacagi fiziksel acidan kesin olarak kanitlanabiliyor ki, bu birinci bölümdeki argüman göz önüne alindiginda fizigin klasik, istatistiksel kanunlarinin isleyemeyecegi kadar düsük bir sayi. Ama buna ragmen kromozomlar sadece tutarli ve düzenli, belli kurallarin isledigi yapilar degil, hemen hemen bütün biyolojik varliklarin da temel yapi taslari. Eee...yani... nasil oluyor da oluyor?

3. Bölüm: Mutasyonlar
Burada Darwin'in evrim yasasina ufak bir düzeltme getiriyor Schrödinger; fizikci gözüyle. Darwin bir türdeki kalici degisikliklerin son derece uzun zamana yayilan, cok kücük, rastgele ve belli sinirlar olmadan birbirinin icine gecmeli degisiklikler, varyasyonlar seklinde meydana geldigini ileri sürmüstü. 20. yy. basinda Hollandali bilim adami De Vries evrime konu olabilecek degisikliklerin Darwin'in tarif ettigi gibi degil, az sayida ama ani atlamalar seklinde meydana geldigi yönünde gözlemlerde bulundu. Degisiklikleri ani atlama olarak tarif etmesi cok dikkat cekici, gözle görünür degisikliklere sebep olmasindan degil; önceki ve sonraki formlar arasinda, gecisme ya da ara form denebilecek bir adimin bulunmamasindan dolayi idi. Bu türden evrim özellikle o dönemin fizikcilerine kuantum sicramalarini animsatmisti ki, daha sonra Max Planck bu benzesmenin sadece görünüste olmadigini, De Vries'in "mutasyon" adini verdigi bu ani genetik sıçramaların, atomik seviyedeki kuantum sicramalarindan kaynaklandigini ileri sürdü.

4. Bölüm: Kuantum Mekaniginden Kanitsal Malzemeler
Bu bölümde Schrödinger mutasyonlarin kuantum sicramalariyla nasil aciklanabilecegini ve kromozomlarin nasil olup da 2. bölümde aktarilan celiskiye ragmen stabil moleküler yapilar olarak varliklarini devam ettirebildiklerini anlatiyor.

5. Bölüm: Delbrück Modeli'nin Görüsülmesi ve Gözden Gecirilmesi
Bana son derece karmasik ve teorik gelen bu bölümden harika bir Spinoza sözü disinda bir sey not alamasam da, bunu kitabin kalan kisminin anlasilirligi acisindan büyük bir engel olarak görmemek gerek.

6. Bölüm: Düzen, Düzensizlik ve Entropi 
Delbrück Modeli'nden bu kitabi yazmasinin biricik sebebi olan bir sonuc ciktigini söylüyor Schrödinger : yasayan varliklar ve genetik malzeme su ana (yani kitabin yazildigindaki döneme) kadar bilinen klasik, istatistik fizik yasalarina uymuyor. Ama tahminen henüz bilmedigimiz baska fizik yasalarina uygun olmali. Schrödinger yanitin fizik disi ve hatta fizik ötesi olabilecegi fikrine mesafeli duruyor ve  fizigin temel "Düzensizlikten düzen cikar" kurali disinda, en belirgin örnegi canlilar olan "Düzenden düzen cikar" veya "Düzen düzenden cikar" türünden bir kural daha olmasi gerektigini ortaya koyuyor. Bu bölümde epey termodinamik yasalari ve entropi var. Entropi öyle muglak bir kavram degil, düzensizligin somut ölcüsü:

Entropie = k log D (k=Boltzman sabiti, D=atomik düzeydeki düzensizligin nicel ölcüsü)

Yani ne kaa... cok düzensizlik, o kaa.. cok entropi. Ve evrende entropi sürekli artiyor. Ve evren kaosa sürükleniyor. Yasayan organizmalar icin düzensizlik, cözünme ve ölüm demek. Ama hemen ölmüyoruz. Biraz yasiyoruz. Nasil oluyor da oluyor? Yok söylemem, spoiler olur, kendin oku.

7.Bölüm: Yasam Fiziksel Yasalara mi Dayaniyor?
Özetle iki türlü düzen yaratma usulü var. Biri düzenden, digeri düzensizlikten. Ben daha cok ikinciyle ilgileniyorum. Oglanin odasindaki düzensizlikten bir düzen cikarmak mümkün mü? Schrödinger yasami birinciye bagliyor. Ya  bunu kabul edecegiz, ya da fizik ötesine adim atacagiz diyor.

8.Epilog:
Iste "One Mind" kismi. Schrödinger 7 bölümde ettigi bir alay laftan bu sonuca nasil vardi, anlamadim; ama vardi. Ama güzel. Determinist bir dünyada özgür irade nasil olabilir, iste böyle olabilir. Dedi. Sanirim.

Bilinc daima tekildir. Dedi. Kantçı bir dünya degil burasi. Dedi. "Ben" anı ve deneyimler degildir, onların üzerine yazildigi malzemedir. Dedi. Bellegimizi yitirdigimizde öldügümüzü düsünmeyiz. Dedi. Dedi bunlari.  

Bütün kitap boyunca en hosuma giden sey yazarin mütevaziligiydi. Ne kadar cok acikmisiz "..mış gibi" yapmayan gerçek mütevazilige.

Kitap neden bir fizikci olarak biyoloji alaninda bir kitap yazdigini anlatarak ve bu cüreti icin özür dileyerek basliyor. Su ve benzeri cümlelerle devam ediyor:

"Okuyucudan bana su konuda inanmasini rica etmek durumundayim ki...."
"Fizik biliminin mütevazi bir temsilcisi olarak...."

Epilogun sadece kendi fikirleri oldugunu bildirerek bitiyor.




17 Eylül 2017 Pazar

Ben bu oğlanı şair mi etsem?


Bana not yazmış, tam anımsamıyorum hangi vesileyle; "Bir gökkuşağından daha güzelsin" diyor. Vallahi o kadar güzel degilim, iste kuzguna annesi de anka görünüyor.

Bi keresinde de ben mutfakta ugraşıp dururken ve ortada hiç bir sebep de yokken gelip "Seni görünce içimde çiçeklar açıyor. Hatta sen bana kızdığında bile" demisti :)

Ben bu oğlanı şair mi etsem? Yoksa çoktan olmuş mu?


16 Eylül 2017 Cumartesi

Kefir taneleri, Çalıkuşu, dışarlık, vb.



Benim gecmis yillarda Türkiye'den alip getirdigim kefir taneleri, sütün dibine cöker, islerini derinde görürdü. Bu tanelerin huyu baska cikti. Zeytinyagi gibi yüzeye cikiyorlar. Bi açıklık, bir saydamlık.. :) Gelip gidip nefes alip vermelerini izliyorum. Kefir tanesi dediginin bile türlü türlü huyu var :) Meger benim eski taneler pek "dışarlıklı"ymış :))

Bu dışarlıklı lafı da aklımda yıllaaar yıllar önce okudugum Çalıkusu'ndan kalmis. Orada Feride uzun zaman tasrada yasadiktan sonra Istanbul'a döndügünde kuzeni ona "Cicim! Sen ne kadar dışarlıklı olmuşsun" diyordu. Anlamını doğru mu anımsıyorum diye gidip TDK'nin sözlügünden baktim, orada da aynı örnek veriliyordu. Anlaşılan aramızda "dışarlıklı"sözcügünü kullanan Reşat Nuri Güntekin'den baska kimse kalmamis. Ayh! Hepimiz yüz sözcükle Türkce konusur olduk! Sıkılmıyor muyuz?

14 Eylül 2017 Perşembe

Biz


Wir
Jewgenij Samjatin
KiWi, 2008

Yevgeni Zamyatin 'Biz'i 1920'de yazmış. Kitap hemen bir yil sonra Rusya'da yasaklaniyor. Ilk kez 1924'de Ingilizce cevirisiyle okuyucuyla bulusuyor. Kendi ülkesinde yayinlanmasi ise ancak 1988'de. Neden ? Cünkü ögrenciligi sirasinda Bolşeviklere katılmasına ve 1917 Bolşevik Devrimi'nde de aktif rol almasına karşın, hemen üç yıl sonra sıkı bir sistem eleştirisi yapıyor bu kitapta Zamyatin. Rusya'da bilinmesi ve okunmasi epey zaman alsa da, Bati'da epey ses getiriyor ve iz birakiyor 'Biz' ; ona daha sonra geleceğim.

Kitap kimi yorumculara göre 26.yy, kimilerine göre zamanimizdan 1000 yil sonra (ben hesabin icinden cikamadim) gezegenimizde gecer. Uzun süren mücadeleler ve ünlü 200 Yil Savaslari'nin sonunda dünya genelinde birlik saglanmis, tüm otorite "Tek Devlet"te toplanmis, tüm insanlar ve bu arada kahramanimiz D-503  kirilmaz cam duvarlar ve elektrik akimindan bir kubbeyle izole edilmis , yüksek teknoloji ve pek cok sosyal düzenlemeyle düzene sokulmus tek sehirde mutlu mesut yasamaktadirlar. Bütün insanlar artik birer numaradir. Kadinlar sesli harflerden, erkekler ise sessiz harflerden bir ön kod tasirlar. Taylorist bir dünyadir bu. Öyle ki D-503 Taylor dururken, eskilerin nasil olup da Kant denen birini göklere cikardigini anlayamaz. Eskilerin yazdigi en büyük eser de zaten "Tren Tarifesi" olmalidir. Cünkü bu yeni dünyada da tüm gün dakika seviyesinde planlanmistir. Sabah kahvaltisinda yenen yapay besinin (nafta besin) kac kez cigneneneceginden, cinsel yasama kadar devletin düzene koymadigi hicbir alan yoktur. Din devlettir, kutsal kitabi kanun, tanrisi devletin basindaki "Velinimet"tir. Sadece annelik ve babalik normuna uygun yetiskinler cocuk yapabilir ama cocuklar devletindir ve devlet tarafindan yetistirilir.

Kitap D-503'ün günlügüdür bir anlamda. D-503 Tek Devlet'in teknolojide erisiigi son düzeyin sembolü olan bir uzay gemisinin (adi Integral) bas mühendisi ve örnek vatandastir. Integral ile uzaya gönderilecek  ve baska dünyalardaki akilli canlilara dünyadaki üstün yasami anlatacak metinlerden biri olmasi niyetiyle yazdigi bu günlükte gayet dürüsttür, hicbir detayi carpitmaya girismez bas mühendisimiz.

Böylece günlerden birinde rutin yürüyüsünde (tabii ki marslar esliginde ve uygun adim) I-330 ile tanisir. I-330 düzenin disinda isler yapan bir kadindir; sigara ve icki icer, devletin izin verdigi gülpembe biletleri takmadan cani istediginde seks yapar, belirlenmis calisma saatlerinde calismayip vaktini "Eski Ev" denen müze gibi antik bir evde gecirir; yavas yavas D-503'ümüzün de dengesini bozar.  Baslangicta sair arkadasi R-13'ün esprilerine bile dayanamayan ve "her espri belirsiz bir fonksiyon, yani bir yalandir" diyen, sevgilisi O-90 ile gülpembe biletleri olmadigi zamanlarda matematik bilmeceleri cözerek vakit geciren ve dili gayet matematiksel  olan mühendis bey artik hastadir. Evet, hatta doktor bile onaylamistir hastaligini: "Kötü,  kötü... Anlaşılan bir 'ruh' gelişmiş sizde". "Tehlikeli midir?" diye sorar D-503; doktor yanitlar: "Tedavisi yok" .

Bundan sonra olanlari hem özetlemek mümkün degil, hem spoiler sayilir.

Kitabin biraktigi izlere gelince... Kitap boyunca  hem Aldous Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sini, hem de George Orwell'in 1984'ünü animsadim. Huxley 1962'de bir arkadasina yazdigi mektupta "Biz"i "Cesur Yeni Dünya'yi yazdiktan cok sonra duydugunu belirtirken; Orwell "Biz"den haberdar, cok etkilenmis, hatta 1946'da Tribune'e kitap hakkinda bir degerlendirme de yazmis. Bütün bunlar kendi distopisini yazmasindan öncedir ve 1984'ü yazarken ondan esinlendigini acikca söyler; hatta ona kalirsa Huxley de etkilenmistir Biz'den.

Biz'in oldukca öngörülü oldugunu söylemek de mümkün ve pek cok kaynakta da söylenmis. Stalin döneminden, Nazi Almanya'sindan,  II. Dünya Savasi'ndan, teknolojinin yardimiyla tek tiplestirilen modern insandan  önce yazildigi düsünülürse... Okudugum baskinin son sözünü yazan Jürgen Rühle ayrica kitabin roketler ve uzay gemilerinin, beyin cerrahisinin , elektronik müzigin, demir perdenin, gizli polisin, göstermelik secimlerin, toplama kamplarinin ve gaz odalarinin olmadigi bir dönemde yazildigini ve bunlari da ön gördügünü not düsmüs.   

Kitapla ilgili bana ilginc gelen bir konuya gelince...
Birincisi, sık sık yaşadığım bir seydir; ardarda okudugum bazi kitaplar birbiriyle cok kopuk gibi görünseler de ince, görünmez baglarla bagli olduklarini farkederim. Bir önceki okudugum kitap Kendini Savunan Insan'in savundugu bireysellik, iste bir noktada  I-330 ve arkadaslarinin mücadelesini verdigi bireysellikti ve kitaba adini veren "Biz" Devleti, ondan da önce okudugum kitaplardan "LTI: Nazi Almanya'sinin Dili"nde bahsedilen dili kullaniyordu birebir. Hemen bir iki örnek:

Kitabin basinda D-503'ün sabah sabah okudugu devlet gazetesindeki Integral ile ilgili haberde "büyük ve tarihi an"dan,  "kahraman atalar"dan, yurttaslarin "görev ve sorumluluk"larinden bahsedilir. D-503 günlügüne sunlari yazar:"Homo sapiens ancak gramerinde soru isareti bulunmadiginda ve bunun yerine sadece ünlem, nokta ve virgül kullandiginda kelimenin tam anlamiyla insandir". Sanki Zamyatin 1920'lerde yazdigi Biz'de 1946'da yazilmis LTI'den esinleniyor :)

Arada okudugum bir kitap daha vardi: One Mind. Peki onun savundugu "Biz"'i ne yapmali? Öyleyse iki türlü "Biz" ve iki türlü "Ben" var; yoksa bu isin icinden cikilmaz. Söyle bir tablo var sanirim:

Biz 1: A la Zamyatin
Biz 2. A la One Mind
Ben 1: A la Fromm (Kendini Savunan Insan)
Ben 2: A la Tolle veya Mucizeler Kursu (Ego)

Bu kitaba dair yazacak daha cok sey var aslinda.
 Daha D-503'ü cileden cikaran kare kök eksi bir ve onun üzerinden vardigi Platonist fikirler var. D-503 Sokrates'i bildigine göre Platon'u da biliyor olmali. Vardigi noktanin farkinda mi?
Daha I-330'un ona sonsuzluk üzerine söyledikleri ve daha sonra komsusunun ona metroda evrenin sonlulugu üzerine söyledikleri var. Daha da önemlisi bunun üzerine D-503'ün sordugu soru var; ki yanitini alamadigi bu soru ömrünün son sorusu olacak tahminen.
Daha arkadasi R-13'ün ve kitabin sonlarina dogru Velinimet'in cennet hakkinda söyledikleri var.

Özetle "Biz"de cok sey var. Distopi severler basta olmak üzere tavsiye :)

7 Eylül 2017 Perşembe

'Gerçek' kaç tane sahi?

Himm, evet...
Iste o gerçek İslam degilse, bu da gerçek Budizm degil.
Zaten gerçek Hristiyanlık'la, gerçek Musevilik'i de kol kola girmiş, tası tarağı toplamış, bi uzak diyara giderken görenler olmus.

Asıl konu şu ki, 'gerçek' dilimlere bölüp mü ağlar? Dilimlere bölüp mü sevinir?
Gerçek dilim dilim mi sever? Nefreti dilim dilim midir?
'Gerçek' kaç tane sahi?

(Bağlamı yazmaya herhalde gerek yok.
Nasıl ki bugün hep beraber biliyorsak,
yarın da hep beraber unutmus olacagiz.
Gerçek baki...)

4 Eylül 2017 Pazartesi

Çok oldu, gerçekten çok oldu.


Çok oldu, gerçekten çok oldu.
Daha da güzel olanı, burada çok az kimsenin kızılcıkların yenebildiğini biliyor olmasıydı ;)

Hemen yanda ise (fotografta sol alt köşede) yenemeyen, zehirli bir meyve bulunmaktaydı.
Yeridir deyip hemen oğlana gösterdim. Bak bu yenir, bu da yenmez. Her kırmızının meyvesi yenmez. Kırmızı doğada bazen 'olgunum, yararlıyım' demek, bazen de 'uzak dur, başın belaya girer' demek.
"Off, tabii ki biliyorum anne!" deyip elinde bir avuc kızılcıkla yoluna devam etti.

Off, ne zaman ögrendin bütün bunlari sen?
Off, ve bazen ne kadar da tekrara düşen bir didaktigim ben?

2 Eylül 2017 Cumartesi

Kendini Savunan İnsan


Kendini Savunan Insan (Man for Himself)
Erich Fromm
Ilk Basim Yili: 1947

Erich Fromm'u ilk kez üniversitede bir hocamin tavsiyesiyle tanimis, o ara sanirim Türkce'ye cevrilmis, ele gecirebildigim tüm kitaplarini okumustum. Nasil ki Richard Bach'in "Marti'nin yazari" olarak tanitilmasini anlayamiyorsam (Mavi Tüy varken?) Erich Fromm'un da "Sevme Sanati'nin yazari" diye tanitilmasini bugün bile anlayamiyorum. Bi Sahip Olmak ya da Olmak; bi Özgürlükten Kaçış, bi Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, ay ne bileyim bi Rüyalar, Masallar ve Mitoslar varken? I ıh, hala anlayamıyorum...

Her neyse, bu kitap da o günlerden kalma. Giriş sayfasına "Şubat 94" diye not düşmüsüm. Demek ki okumuşum. Cünkü o zaman da kitaplari aldigimda degil, okudugumda ilk sayfalarina tarihi not düsüyordum. Simdi blogda yaptigim gibi. Ama tek bir cümlesini bile animsayamadim. Yarim bırakmış olabilir miyim? Çünkü bu kez de okurken cok zorlandım. Hatta Fromm'un tarzını, fikrini temelden çatıya sözcük sözcük örüşünü, okuyucuya ve onun anlama kapasitesine duydugu saygıyı cok sever, cok takdir ederim ama bu kitap en zor okudugum Fromm kitabıydı. Kismen cevirinin beni zorladığını sanıyorum. Hayır, kötü bir çeviri degildi. Elimde e-book formunda kitabin Ingilizce'si de vardi, yer yer açıp anlamak icin Ingilizcesi'nden de okudum :) Ve diyebilirim ki cevirmen Necla Arat cok özenli çalışmış. Asıl sorun inanilmaz "Öztürkce" çevirmiş olması. O yıllarda özellikle felsefe kitaplarinda güclü bir akimdi bu ve o zamanki Hindiba'nin felsefe kitaplarindan kacinmasinin bir sebebiydi sanirim bu. Simdiki Hindiba daha azimli bi tip, hemen vazgecmiyor. Sonuna dek, dikkatle okudum, yeri gelince Ingilizce orijinalinden yardim alarak :) Hay bin kunduz, niye Ingilizce'sinden okumadim öyleyse? Bilmiyorum, elim ikisi arasinda gidip geldiyse de sonunda sararmis eski sayfalardan, kursun kalemle altini cizerek okumak tüm Öztürkce güclügüne ragmen daha cazip geldi.

Simdi bu emeğin sonucu olarak o zamanin Hindiba'sina ve bugünün belki okurlarina bir Öztürkce'den bugünün Türkce'sine "mini" felsefe/psikoloji sözlügü sunacagim :)

ahlak felsefesi = etik
insanci = hümanist
dirimbilimsel = biyolojik
saltık = mutlak
 yetke = otorite
yetkeci = otoriter
ussal yetke = rasyonel otorite
ansal = mental, zihinsel
özdek = madde
özdeksel = maddi
yeğin = yoğun
özyapı = karakter
devimsel = dinamik
törelbilinc = vicdan
ağızcıl = oral
dışkıl = anal
imgelem = düşgücü
istem = talep
sunu = arz
düzeneksel = mekanik
uyutum = hipnoz
vb..vb..vb..

Bu konu aklima bir kac yil önce "Türkce felsefe yapilabilir mi? yapilamaz mi? " tartismasi sirasinda Türkiye Felsefe Kurumu Baskani Ionna Kucuradi'nin Türkce felsefe yapilabilecegini ve yapildigini ve Türkce'nin felsefeye elverisli bir dil oldugunu acikladığını getirdi. Bilmiyorum, Türkce felsefe yapma konusunda, ya da Türkce bilim yapmak konusunda  yeterince caba harcamadik, emek vermedik gibi geliyor bana. Öztürkce sözcükleri tuhaf, ayrıksı, ne bileyim alışılması zor bulanlar var. Ama sözcüklerin kendilerine ait , özlerinden gelen (bak bunun da felsefe Öztürkcesinde bir karsiligi vardi ama unuttum simdi)  güzellikleri ya da cirkinlikleri olduklarindan süphe duyuyorum ben. Internet üzerinde takip ettigim tartismalarda "kıymetli" sözcügünü "değerli" den daha cok seven ve tercihen kullananlara da rastladim; "yaa, 'anımsamak' ne güzel değil mi? 'Hatırlamak'ta onun güzelligi yok" diyene de... Ama bütün bunların ögrenilmis ve sonradan edinilmis tercihler oldugunu sanıyorum. Annemiz bizimle "Bu kadar düzeneksel düsünme, biraz esnek ol. Törelbilincine kulak kabart. Özyapının geliştiği yaşlardasın, arkadaşlarına dikkat et, salt görünüşlerine bakarak secme, ay bu corba da ne kadar yeğin oldu bu arada,  bak seninle konuşacağım derken, huuu kime diyorum çocuğum??!!! " felan diye konuşsaydı, bugün bu sözcükleri garipser miydik?

Neyse, kitabin konusuna dönelim. Özetle söyle bi sey diyor Fromm. O yüzden arada törelbilinci pat diye bir sey söyleyip giden bugünkü Hindiba'nin, Fromm'u o zamanki Hindiba'dan daha iyi anladigini saniyorum :) Kendini savun diyo, bireyselligini savun diyo, topluma karsi, cogunluga karsi, otoriteye karsi, sisteme karsi kendini savun, cünkü böylece insanligini savunmus olacaksin. Böylesi bir savunma egoistce bir savunma degil diyo. Özetle. Tamam, anladim ben onu.

Haa, bi de dip not: Kendini Savunan Insan, Özgürlükten Kaçış'ın devami gibi okunabilirmis. Dolayisiyla bir Fromm okumalari kisisel procesi söz konusuysa, önce onu sonra bunu okumak daha iyi olabilir. Sart degilse de...




Solucanlara Piyano Çalan Adam ve Uçun Kuşlar, Uçun



Doğal tarih yazilarini (isimleri buymus megerse, ben de bilmiyordum) sevdigimi bilen bir arkadasim bana ilkin Sargun Tont'un Sulak Bir Gezegenden Öyküler kitabini getirmisti. Simdi de ayni yazarin Solucanlara Piyano Calan Adam ve Ucun Kuslar, Ucun'unu getirdi. Hepsi benzer konularda ve yer yer cakisan bilimö ekoloji ve dogal tarih yazilarindan olusuyor. Tont'un dili neseli ve mizahi, sectigi konular ilginc, elestirirken bile dili olumlu. Keske ben Türkiye'de olsaydim, keske üniversitelerdeki derslere öğrenci olmayan meraklilari da girip dinleyebilse, keske ben Sargun Tont'un derslerine girebilseydim dedirtti :) Bir dolu not, bir dolu referans, bir cok okunacak yeni kitap, hafif ve serbest bir enerji birakti arkalarinda bu kitaplar. Doga ve bilim konularinda okumayi sevenlere tavsiye...