31 Mayıs 2016 Salı

Itiraflar



Bekenntnisse, Die Weisheit des großen Kirchenvaters
Augustinus
anaconda, 2009

Augustinus baska kitaplarda kendisinden okudugum alintilar sebebiyle bir süre önce okuma listeme girmisti. Bir kac ay önce yasamini anlatan bir film izledim tesadüfen, merakim daha da artti. Aurelius Augustinus veya Hippo'lu Augustinus. 354 - 430 yillari arasinda yasamis. Ünlü "kilise babalari"ndan, Hristiyan düsünür, teolog, aziz. Roma Imparatorlugu'nda, pagan inanislardan Hiristiyanlik'a gecis döneminde Kuzey Afrika'da yasamis. Kendi ailesi de bu gecisi yansitir gibi. Babasi eski usul Roma pagan inancina sahipmis, annesi inancli bir Hristiyanmis. Bizim Augustinus epey zaman bu taraklarda bezi olmayan inancsiz ve pek dünyevi islerin pesinde bir adammis. Filme bakilirsa gercegin pesinde, bu yüzden retorik egitimi filan aliyor. O zamanki Roma sisteminde basarili ve ünlü bir avukat , bir "sözle fikir savunucu" oluyor. Ama galiba bazen sözle gercegin bulunamayacagi, hatta basbayagi carpitilabilecegi deneyimini yasiyor. Bir süre o siralarda Roma'da yine pek cok taraftar bulan  Mani dinine katilsa da, 386 yilinda Hristiyan oluyor.  

397-398'de yazdigi en ünlü kitabi "Confessiones" sanirim Türkce'ye de Itiraflar adiyla cevrilmis. Oldukca capli bir kitap aslinda. 13 ciltten olusuyor. 1-9. ciltler arasinda cocuklugundan annesinin ölümüne dek olan dönemde yasamini anlatiyor, 10. cilt kitabin kaleme alindigi sirasindaki duygu-düsünce durumunu yansitiyor, 11-13. ciltlerde Eski Ahit'teki Yaratilis hikayesini yorumluyor. Ben hepsini okumadim tabii :) Kütüphanede buldugum 96 sayfalik kücük bir derlemeydi benimki. Söze gayet hakim biri tarafindan yazilmis olmasi, bir tür otobiyografi olmasi ve kiliseyi sekillendiren önemli bir kisinin fikirlerini yansitmasi gibi sebeplerden önemli bir kaynak sayiliyor Itiraflar. Benim okudugum kadariyla akici, okurken çok sıkmıyor. Bir felsefe kitabi degil, onu belirtmek gerek. Bir inanc adaminin aklindan gecenler daha cok. Kitapta yazari Tanri'yla sürekli bir mono-diya-logda buluyoruz. Vaaz verir gibi degil, basbayagi asik bi adamin ic dökmeleri, siir okur gibi, sarki söyler gibi bazen. Örnegin, buyrun:

Ama ruhumun evi dardir. Oraya nasil tasinacaksin? Onu genislet! Yikilacak gibidir, onu yeniden insa et! Evet, gözlerine asagilayici gelecek olan oradadir. Onu senin icin hazir olsun diye kim temizleyebilir? Senden baska kime seslenebilirim?...Sen ki her seyi gören gercegin ta kendisisin.

Yasamlarin yasamisin sen ve ruhlarin ruhu; sen kendini yasarsin, sen degistirilmez olan, ki benim ruhumun yasami da sensin... Sen ki en icimde olandan daha icimdeydin ve bendeki en yüksek seyden daha yüksektin...ve senin kanunun gercektir, gercek ama bizzat sensin.

 Kitabin (en azindan benim okudugum derlemenin) yüzde doksanini Türkce'ye cevirip biraz da Arapca sözcüklerle soslarsan sokaktaki orta okuma-yazma-düsünme düzeyinden inanana kendi inanc ve kültür dünyasindan bir metin olarak "yutturmak" mümkün geldi bana. Öyle bi amacim oldugundan degil :) Ama ilginc geldi bu bana. "Dört kitabin manasi bellidir bir Elif'te" penceresinden bakarsan iyiye yorumlanabilir bu durum. Öte yandan bakarsan azicik kötüye de yorumlanabilir gibi geldi bana :) Neyse, öyle iste...

Augustinus 430 yilinda Hippo piskoposuyken sehrin kuzeyli Vandallar tarafindan kusatilip yagmalanmasi sirasinda öldürülmüs. Seyrettigim filme bakilirsa Roma'dan gönderilen yardim gemilerine önce kitaplari yüklenmis kurtulsunlar diye. Sonra bakmis ki sehrin yöneticileri Vandallara karsi ilimli davranmiyor ve sehir isgal edilecek; kitaplarini indirtmis gemiden, kurtarabildigi kadar Hippo'lu binmis gemiye. O ise sehirde kalip öldürülenlerden olmus. Kitaplar yagma ve yangindan bir sekilde kurtulmus. Gayet azizce ölmüs yani. Her kültür kendi azizlerini yaratip süsleyip püslüyor, sonra da onlardan besleniyor tabii. Bu hikayeyi ve bütün kültürlerin aziz, üst ve üstün insan hikayelerini öyle okumak gerek ;)  Gibi geliyor bana. Itiraflar'a gelince... Baska derlemelerine rastlarsam onlari da okumak niyetindeyim.


29 Mayıs 2016 Pazar

Bayan Saat

Bu da biriktirmek istemeyip cok biriktirdiklerimden. Dökülsün dilden...

-§-

Bayan Saat'ten daha önce bahsetmistim. O zamanlar Bay Saat oldugunu saniyordum :) Kisa saclarinin üzerine kisin kulaklarini korumak icin yün bantlar geciriyordu; banti gözleri görmedigi icin gözlerinin üzerine dek indiriyordu. Derken dikkat etmemisim iste...

Bir süre sonra anladim Bayan Saat oldugunu :)
Her gün benden bir durak sonra tramvaya biner. Bir durak sonra da iner. Daima en ön kapidan biner. Durakta tramvayin nerede duracagi ve ilk kapinin yaklasik nereye denk gelecegi özel, tirtikli bir tasla isaretlidir görmeyenler icin. Orada bekler. Biner binmez kapinin yanindaki metal cubuga tutunur. Hani inecegimizde bastigimiz dügmeler var ya, o dügmelerden biri monte edilmistir cubuga. Cubugu birakmak istemeyisi biraz da bu yüzdendir. Bayan Saat'e Bayan Saat diyorum; cünkü kendisiyle yaptigimiz bir duraklik yolculuk boyunca her adimi, her hareketi bir saatin dislileri gibi hesapli, önceden planlanip calisilmis ve tıkır tıkırdır. Tramvaya ön kapidan bin, cubuga tutun, elinle "inecek var" dügmesini bul, tramvay hareket edip biraz ilerleyince dügmeye bas, tramvay bir sonraki durakta dursun, kapi acilirken görmeyenlere özgü uzun ince bastonu ac, tutunarak in, bastonu ustalikla kullanarak durak boyunca geriye dogru yürü... Bundan sonrasini bilmem; tramvay hareket ettigi icin Bayan Saat görüs alanimdan cikar. Hareketleri olabildigince sakin, güvenli ve ölcülüdür. Bayan Saat'i izlemek hosuma gider. Tramvaya binince onu görebilecegim, ön kapiyi gören bir koltuk bulmaya calismam bu yüzdendir. Bana günün de sakin ve ölcülü gececegine dair bir isaret verir sanki.

Bir tek kez kontrolü kaybettigine sahit oldum. Benim de kontrolü kaybetmek üzere oldugum, seyretmeyi birakip eyleme itildigim bir andi :) O gün tramvaya bindigimde en ön kapinin girisindeki daracik alanda dikilmis, tramvay sürücüsüyle konusan genc bir kadin vardi. Bilet veya yolla ilgili bir sey sordugunu sanmistim önce. Orada dikilmis sürücüyle sohbet ettigini farkedince sasirdim. Cünkü burada nadiren gördügüm bir seydi ve üstelik Bayan Saat'in duragina yaklasiyorduk yahu! Ve kapinin önünde sadece tek bir kisinin dikilecegi kadar yer vardi. E, simdi ne olacakti?

Tramvay duraga girdi, durdu. Ön kapi acildi. Genc kadin gözleri görmeyen, elinde amalara özel bastonuyla Bayan Saat'i görünce bir an geri cekilip yer verdi. Suratinda sevimli ve yardimsever bir güzel insan maskesiyle :) (Ne cok maskemiz var bizim, farkediyor musun? Farkinda bile olmadan birini cikarip digerini takiveriyoruz. Yüz kaslarimizin bile hakimi degiliz derin uykumuzda.) Cünkü onun tramvayin icine dogru ilerleyip gidecegini sanmisti. Fakat, hayir, Bayan Saat her zamanki gibi ön kapinin önünde malum metal cubuga tutunup dikildi. Bu noktada genc kadina karsi Almanca'dan yola cikip pek cok dile de gecmis  deyisle "Schadensfreude" hissiyle doldugumu itiraf ediyorum :) Kapinin önünde pervasizca dikilip, sürücüyle sohbet etmek, bi de Bayan Saat'in yerini kapmak ha! Fakat genc kadin anlasilan vazgececek degildi. Bayan Saat'in yerinden kipirdamadigini farkedince o daracik alana dogru tekrar bir hamle yaparak sürücüyle konusabilecegi aciyi tekrar kazanabilmek icin Bayan Saat'e de hafifce bir omuz atti. Bayan Saat'in o cubugu birakip bir adimcik da olsa geri cekilemeyecegini anlamiyor,  gayet yamuk bir pozisyonda zorlukla dikildigini görmüyor muydu? Bu da ne saygisizlik, ne bencillikti canim!

Kalkip kadini uyarmak isteyen tarafimi susturdum. Bayan Saat'in durumla bir sekilde basa cikabilecegini biliyordum. Tramvay bir sonraki duraga yaklasip kapi acildiginda kadin hala önünden cekilmedigi icin yamuk durmak zorunda kalan Bayan Saat bir de üstelik tramvaydan inemiyordu. Sesini öfkeyle yükseltip kadini bir sıkı fırçaladığında hem hak vermis, hem de ilk kez sakinligini yitirdigini görerek sasirmistim.

Bayan Saat'in üzerinden dünyanin verdigi dersi anlamam ise daha sonraydi. Hepimiz bir yolculuktayiz. Hepimiz bir cubuga tutunuyoruz. Hepimizin gözleri kör. O cubuga tutundugumuz sürece sakin ve ölcülüyüz. Ne zaman ki cubugu birakmak tehlikesiyle karsilasiyoruz; kontrolü kaybediyoruz, korkuyoruz ve öfkeleniyoruz. Ne cubugu, ne körü, ne korkusu, ne öfkesi? deme. Dikkat et, farkedeceksin. Dikkat et, anlayacaksin. Dikkat et, Bayan Saat sensin. Senin gözlerini acabilme sansin var. Senin bütün kapilari görme sansin var. Senin tramvayin istedigin kapisindan binme, istedigin kapisindan inme olanagin var.  Gercek sakinlik bu, gercek baris bu, gercek güven bu. Istersen...


28 Mayıs 2016 Cumartesi

Ara.

Annemi aradim. Annem evde yoktu. Bi an, kisacik bi an... Babami arasam ya, dedim. Bi an, kisacik bi an babamla konusmak istedim. Sonra animsadim. Sonra arayamadim. Bi an, uzun bi andir oraya dogru hatlar hep mesgul. Ben arayamadim. Sen ara. Benden de selam söyle. Evren'in de selami var sana, ellerinden öpüyormus de. Hangi Evren derse... Bosver, bi arkadas de.

26 Mayıs 2016 Perşembe

C-3PO


Fotograf makinesinin özenle yedekleyip, temizleyip bosalttigim ve tez zamanda tekrar börtü böcek fotosuyla doldurmayi düsündügüm kartini biri benden önce davranip Star Wars karakterlerinin fotograflariyla doldurmus! Sitripiyo en sevdigim Star Wars kahramani bu arada, Ingiliz usak tavirli protokol droidim benim :)) Efenim? Cocugu popüler kültür nesne ve karakterlerinden uzak mi tutacaktim? Hi hi , evet :) O benim kisisel procemdi. Oglanin kisisel procesi baskaymis fakat.

Şüpheci için Meditasyon



Meditation für Skeptiker,
Ulrich Ott, 2010

Meditasyon yap(a)madigi halde, meditasyon üzerine okuyup duran bir komik tipim :)

Bu kitap süpheci bakis icin meditasyondan bahsediyor. Yazari Ulrich Ott, Gießen Justus Liebig Üniversitesi'nde calisan Alman psikolog ve meditasyon arastirmacisi. Kitapta kendi yaptigi deney ve arastirmalara ek olarak son yillarda dünyanin dört bir yaninda büyük artis gösteren meditasyon arastirmalarindan örnekler vererek meditasyonun uygulayanlari üzerindeki kanitlanmis, bilinen olumlu etkilerinden bahsediyor. Kitabin her bölümünde konuyla ilgili bilimsel bulgulari paylastiktan sonra bilinen dinsel sembol ve mesajlarindan soyulmus, gayet "seküler" meditasyon tekniklerinden örnekler sunuyor. Günlük yasamimizda hangi sorunlara iyi gelebilecegini, yasam kalitemizi hangi yönlerde etkileyebilcegini de acikliyor. Ott kitabin catisini ve genel olarak meditasyonu bize su adimlarla sunuyor:

-Oturmak
-Nefes almak
-Bedensel farkindalik (duyusal ve duygusal farkindalik)
-Düsünmek
-Olmak

Meditasyona süpheci bakan; her konuyu mümkün oldugunca bilimsel , rasyonel yönüyle irdelemek isteyen; uzak dogu, mistisizm, budizm vb. sosundan uzak durmak isteyen okuyucuya tavsiye olunur. Bu yönde meditasyon okumasi yapmak isteyenlere iki kitap daha önerilebilir. Biri Dr. Heinz Hilbrecht'in Meditation und Gehirn (Meditasyon ve Beyin) adli kitabi. Digeri ise Jon Kabat-Zinn'in Türkce'ye de cevrilmis olan Neredeysen Orada Ol adli kitabi. Jon Kabat-Zinn'in henüz okumadigim bir iki kitabi daha var ki, seküler bakisla meditasyon okumalarina dahil edeilebilecegini saniyorum. Okuyalim, görelim :)



  

Kaldırımda ördekler

Gecen sabah uykulu uykulu otobüste giderken gördüm. Otobüs kücük kanalin oldugu sokaktan gecerken... Kaldirimda bes bay ördek dikilmisti. Daha önce de bir sabah bir bay ve bayan ördegi görmüstüm ayni yerde, karsi kaldirimda. Sehrin ortasinda kaldirimda ördek görünce uykulu halim geciyor. Bi sasiriyorum, bi dikkat kesiliyorum. Demek hala o kadar entegre olamamisim. Hala dünyaya dogdugum ülkenin gözlügünden bakiyorum.

Yeri geldi mi, laf ordan acildi mi, bizim ülkemiz gibi yok. Anadolu bi bambaska, esi benzeri yok dünyada. Cennet cennet. Ama galiba ördekleri kendini kaldirimda bi rahat hissetmiyor. Neden kaldirimlarinda sabahlari bay veya bayan ördeklerin toplandigi bir ülke olamadigimiz sabah sorusu oldu böylece bana. Oysa ki bildigin yesil basli gövel ördek. Niye olmasin? Sonra icimdeki durup durup cevabi yapistiran taraf yanitladi beni: "Bir baskadir benim memleketim. Insanlari da bir baskadir. Bosver, öyle iste, takma kafana."

Himmpf. Peki.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Od



Od,
Iskender Pala


Yunus Emre'den veya Yunus Emre'yle ilgili bir seyler okumak istiyordum. Kütüphanede düsük bir olasilik da olsa bir seyler bulurum belki dedim. Bu kitabi buldum. Yunus Emre, dönemi, inanisi ve felsefesine dair bir seyler ögrenmis olsam da, yok, yetmedi. Gercek tarihi sahsiyetlere dair, özellikle yasamlarina dair cok az sey biliniyorsa, birinci tekil sahis agizdan yazilmis roman okumama fikrine bir kez daha eristim.

Bu da böyle bir bitendir.  

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Ay, evet, yine sosyal medya analizi

Yine tekrara düsüyor olabilirim. Idare et beni.
Kendi kendime gelistirdigim sosyal medya  semboligimden bahsedecektim.
(Ay, evet, yine sosyal medya analizi)

Asagidaki sözcükleri burada, surada, özelde ve genelde yanlarinda belirtilen anlamlarda kullaniyorum:

Magara: Genellikle blog anlamina geliyor. Cünkü issizdir. Dag basidir. Anca yolunu bilen cikip gelir arada. Ama kapisi, kilidi yoktur. Kimin ziyaretine gelecegi belli olmaz. Yine de bir huzuru, bir sakinligi, bir güzelligi vardir. Kendi kendineymis gibi yüksek sesle konusabilme lüksü vardir. Kralin seni duydugundan habersiz "kral kizi benim olmali" diyebilirsin. Bazi bloglarin kapisinda kilit olur. O artik magara degil evdir. Oturma odasi sohbeti edilir orada.

Meydan: Facebook. Kalabalik. Herkes orada. Gezintide. Piyasada. Hal tavir ona göre. Ettigin lafi kimin duyacagindan emin degilsin. Kardesin duymaz, eloglu duyar. Haliyle cümlelerine yansiyor. Haliyle daha üstü kapa(k)li  konusuyorsun bir yandan. Öte yandan sesin bi yükseliyor, bi kendi kendine degil, bi sohbetdasina degil, bi meydana, bi kalabaliga hitabetme hali bulasiyor üstüne gitgide. Iste en gec o zaman bi magaraya cekilme zamani gelmis demektir.

Pazar: Bu da Facebook. Herkes aklini Facebook'a cikarmis, sonunda herkes yine kendininkini begenmis. Ben dahil. Bazilarimizin bi de üstüne pazara cikaracak kendi akli fikri, kendi cümleleri yok galiba. Habire begendigi bi baska akli, fikri, linki cikariyor pazara. Altina yorum olarak ne yazsan bos. FB bir tartisma alani degil, bi forum degil. Meydan orasi , pazar.  Mümkünse "begen"e bas, mümkün degilse sus. Ama sustugun gözden kacmaz, bunnu bil.

Sergi duvari: I ih, resim galerisi degil, sergi duvari. Gelen giden yapistiriyo. Spontan. Öyle kendi halinde bi havasi var. Böyle kalirsa... Instagram diyorum. Bi sey var böyle havasinda, dünya ahvali konusamiyorsun. Ille böyle renkli, civil civil, hos bi seyler dökülüyor ortaya. Gercekci mi? Degil. Olsun, iyi böyle. Böyle kalsin. Dünya-memleket ahvali konusma, pazarlama yapma, ortaligi bloga cevirme, uzun cümle kurma, didaktiklesme. Görsele odaklan. Yalniz öz görseline (=selfie) degil; o cok göze batiyor.
Bazen bana zor. Görselinden cok cümleleri olan  biri icin... zor aslinda Instagram.

Kapsül: Twitter. Bana göre degil. Cümlelerimi kapsülleyemiyorum.

Cangil: Pinterest. Medeniyet, meydan, pazar üstüne cok geldiginde söyle biraz oksijenlenmek icin. Civil civil, çılgın, sınır tanımaz, yaratıcı, neseli, ilham verici, kişisel. En güzeli yalniz degilsin ama kendi basinasin. Bi kol boyu mesafe var herkesle aranda. Isine bak. Cok konusma. Üret. Yarat. Ilham al. Ilham ver. O kadar.









13 Mayıs 2016 Cuma

Bazen inadina kitschleşesim geliyor. Hayir, daha ne kadar olabilirim ki?

yerelin şifası

Şuna öteden beri inanırım da, bi kitapta rastlayinca hemen şuracığa iliştirivereyim dedim:




Stand insanlari

--Biriktirmeden--  gelelim stand insanlarına...

Stand insanlarini merkez tren istasyonunda görüyorum. Fakat stand insanlari aslinda dünyanin her yerinde... her ortamda...her an ... karsiniza cikabilir. Bu yazida bahsi gecen örneklerine kisaca YŞ insanlari diyecek ama acikca adlarini vermeyecegiz. Cünkü pazarlama ve PR teknikleriyle calisirlar ve reklamin iyisinin kötüsünün olmadigini düsünürler. Google aramasi üzerinden magaranin yolunu bulmalarina izin vermeyelim. Stand insanlarini bu yazida bahsi gecen örnekleriyle kisitlamayalim. Türlü türlü , cesit cesit hatta birbirine zit seyleri savunan türlerine rastlandigini bilelim. Bütününe genel olarak stand insanlari diyoruz.

Stand insanlari istasyonun en hareketli noktasini secerler. Daima üc kisidirler. Bu örnekte kadinlar daima etek giyer. Daima etraflarina karsi ilgisizmis gibi, orada öylece dikilip birbirleriyle sohbet ediyormus gibi yaparlar. Daima bize söyleyecek özel bir seyleri yokmus gibi davranirlar. Söyleyecek bir seyleri vardir oysa. Onu stand söyler. Standdaki şık pık, parlak kagida basili brosürleri ve kitaplari söyler. Gidip bir sey soracak olsaniz elinize brosürleri tutusturur, burnunuza kitaplari dayarlar. Denemeye gerek duymadan bilirim. Standin kenarinda bir poster asilidir. Harika bir panoramayi kendine geriplan eder poster. Önplanda " bu dünyanin tesadüfen var oldugunu mu saniyorsunuz?" diye yazar. Önünden her gecisimde kizdirir beni bu poster. Ukaladir, kücük görür, hice sayar, aptal yerine koyar. Bulundugumuz noktada ne önemi vardir? Bu dünyanin tesadüfen mi, bile isteye mi var oldugunu düsünmemizin ne önemi vardir? Yanlarina gidip sunu söylemek isterim: "Bak, bunun bi önemi yok, gercekten. Disarida ac insanlar var, disarida damsiz insanlar var, disarida delicesine bir güvenlik eksikligi duyan, delicesine korkular yasayan insanlar var. Burada dikilip bize dünyanin tesadüfen var olmadigini ögretmekle bir seyi degistirmis olmuyorsun. Disari cik, inandigini yasa. Öyle bir yasa ki inandigini, herkes farketsin, herkes senin gibi olmak, senin gibi yasamak, senin gibi inanmak istesin. Öyle bir yasa ki inandigini bir fark yaratsin bu dünyada. Aclara ekmek, susuzlara su, hastalara sifa, korkanlara güvenli kucak olsun. Öyle bir inan ve öyle bir yasa ki, kendi kendinin PR'i olsun, istasyon köselerinde parlak brosürlerle beklemek gerekmesin."

Demem, diyemem. Ise yaramayacagini, burnuma bir brosür dayanacagini hissederim. Istasyondan ben kendim de cikamam. Hep yetisilecek bir yerler vardir. Rus ajani coktan metroya varmistir. Benim de cok gecikmeden orada olmam gerekir. Bunu bilmek acitir. Ama yine de gitmek zorunda olmanin  orada dikilmekten, bir stand insani olmaktan daha iyi oldugunu hissederim. Seyretmekle yetinmem gerektigini söylerim kendime. O parlak posterin önünden gecerken seyret, onlar kendi aralarinda sohbet ediyor-muş gibi yaptiklarinda sadece seyret derim kendime.

Buz gibi bir kis günü, bir Ocak sabahi trenden metroya yürürken ben yine... Ona rastladim. Hayir, stand insani degildi. Hayir, dikilmiyordu. Hayir, yürüyordu. Istasyonu boydan boya capraz asarak trenlere dogru yürüyordu. Uzun boylu, siyah, basi örtülü, Afrikali kadinlara özgü, Batili kadinlarin beceremedigi hem mütevazi hem dimdik bir yürüyüs icinde, yürüyordu. Bir kac yaz önce memleketinde aclik oldugunu duydugumuz icin sosyal medyada carsaf carsaf fotograflarini yayinlayip, foto altinda aglastigimiz, sonra unuttugumuz, suretini iste o fotograflardan bildigimiz Somalili kadinlara benziyordu. Onlardan biri miydi? Gencti. Nereye yürüdügünü cok iyi bilir adimlarla, tüm istasyonu caprazina bölerek tek basina yürüyordu. Ayaklarini ne zaman farkettim? Ayaklarinda sadece flip-floplar oldugunu kacinci saniyede farkettim? Saskinlikla asagidan yukari süzmem, yüzüne takilmam, yüzüne takilmam, yüzündeki aciyi hissetmem kac saniye sürdü? Inanamayarak tekrar ayaklarina bakmam, kislik botlarin icindeki ayaklarimi ciplak degil hayir, sadece corapsiz ama yine de o botlarin icinde hayal etmem, buz gibi olmam , buz gibi olmam kac saniye sürdü? Bir sey yapmak gerek demem, hemen simdi bir sey yapmak gerek demem, Almanca biliyor mudur? Ingilizce biliyor mudur? Yanina gidip para versem, hicbir sey demesem, sadece versem, anlar mi? Anlarsa kirilir mi? Ne kadar var yanimda? 50 Euro yeter mi? Yeter! Ama yoktu!! Son zamanlarda yanimda fazla para tasimadan dolasmayi aliskanlik edinmeme sebep olanlara kizarak farkettim ki, yanimda 20 Euro bile yoktu!  Her sey cok kisa sürdü. Her sey cok uzun sürdü. Dimdik yürüyüsü, sadece dikkatle bakilinca farkedilen acili yüzü, flip-floplu ayaklariyla istasyonu ve kalabaligi caprazlamasina -bence- parca parca ederek trenlere dogru yürüyüp gitti, bir kac saniye sonra gözden kaybolmustu.    

Stand insanlari yine oradaydi. Metroya giden yolun kiyisinda...Cünkü büyük kalabaliklarin onlari görecegi stratejik nokta orasiydi. Somalili genc kadini görmemislerdi, göremezlerdi. Durduklari nokta görülmek icindi, görmek icin degil. Yanlarina gidip hic bir sey söylemeden kollarindan tutmak istedim. Ceke ceke arkamdan sürüklemek istedim. Peronlara dogru bütün gücümle ceke ceke götürmek istedim. Somalili kizin hangi perona yürüdügünü bilmis olmayi istedim.O perona gitmek, yüzlerce kisi arasinda onu bulmak, stand insanlarini ancak orada, onun karsisinda birakmak istedim. Sonra hicbir sey söylemeden; ne birine ne digerine... kendi yoluma gitmek istedim.

Cok istedim. Iste bu yüzden iyi bir seyirci, iyi bir gözlemci olamadigimi düsünüyorum. Gördüklerim bende bir duygu, bir yargi, bir etiket ve bazen güclü bir eyleme gecme istegi yaratiyor. Seyredip gecemiyorum. Cogunlukla eyleme de gecemiyorum. En kötüsü bu. Eyleme gecmek istegi duymak ama eyleyememek.

Artik stand insanlarini her görüsümde dilimde muglak bi tat beliriyor. Aci. Keskin degil, sivri degil, eyleme gecirecek cinsten degil, donuk. Almanca bir deyisle "dumpf". Hem onlara, hem kendime karsi kizgin. Tesadüfen olmayan oradan gecti. Tesadüfen degildi gecisi, varolusu gibi o da bile isteye idi. Görmediler. Ben gördüm. Cünkü seyrediyordum. Iste o yüzden.




12 Mayıs 2016 Perşembe

Çinli ile Afrikali

--biriktirmeden-- kaldigim yerden...

Iyi ki biriktirmiyorum, bi de biriktirsem kimbilir neler olacakti.

Bugün sira Cinli ile Afrikali'da.
Bu ikisine tramvayda ama nadiren bir arada rastliyorum. Ne zaman herhangi birini görsem aklima ikisini ilk gördügüm gün geliyor. Yanyana oturmus sohbet ediyorlardi. Aslinda sanirim dikkatimi cekmezlerdi. Nispeten kozmopolit bir sehir burasi, 72 milletten insan var. Fakat Afrikali sanki Afrikaca konusuyordu, kulaga öyle geliyordu. Cinli ise sanki Cince yanit veriyordu, kulaga gercekten öyle geliyordu. "Haa, tamam, Almanca konusuyorlar ama ikisi de kendi ana dilinin aksaniyla konusuyor" dedim kendi kendime, azicik kulak kabarttim. Normalde yapmam. Gercekten. Fakat merak iste. I ih, Almanca konusmuyorlardi. Bir an Ingilizce gibi geldi ama o da degildi. Fransizca konusuyorlar o zaman dedim. Ay, yok o da degildi. Kisacik ortak yolculugumuzun sonunda vardigim nokta: Biri basbayagi Afrikaca, digeri düpedüz Cince konusuyor gibiydi. Pek de eglenceli bir sohbet gibiydi.

Sonra bir sefer daha tanik oldum bu tuhaf sohbete. Bu kez Ispanyolca'dan Rusca'ya genis bir spektrumdan birbirine benzemez baska dilleri yakistirdim. Ama  yine de hangi dilde konustuklarindan emin olamadim.

Ne zaman birini veya digerini tramvayda görsem aklima o filmin gelmesi bu yüzden. Daha önce de bahsetmistim bu blogda. Ama insan gündelik sohbette tekrara düsebilir. Ve arkadaslar da ilk kez dinliyormus gibi ilgiyle kafalarini sallar dinlerken. Sen de öyle yap simdi. Ne diyordum? Haa, iste o film. Jim Jarmusch'un "Ghost Dog: The Way of the Samurai" filmi. Adamimiz kiralik katil falandir ama icerde bi yerde iyi bir adamdir. Dost bi adamdir. Adam gibi bi adamdir. Arada parka gider, etrafi seyreder. Parktaki dondurmacidan dondurma alir. Dondurmaci Jamaikali`dir, tek tük bir kac Ingilizce sözcük disinda sadece Fransizca bilir. Adamimiz Fransizca bilmez. Ama yine de sohbet ederler. Ama yine de sohbetleri sohbet gibidir. Ama yine de birbirlerine "en iyi arkadasim" derler. Yaklasik söyle bi sahnedir >>

Iste o yüzden ne zaman Cinli'yi veya Afrikali'yi görsem, bu filmi animsamam. Hangi dili konustuklarina gelince... Hala bilmiyorum. Hayatimin kücük, gündelik sırlarından biri :)

 

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Tel İlan'dan Hikayeler



Geschichten aus Tel Ilan
Amos Oz, Suhrkamp, 2009

Yine bir Amos Oz kitabi...
Yine Israil'deyiz.
Bu kez yüz yil kadar önce kurulmus, tasrada bir köyde...

Gercekte var olmayan bu köyün sakinlerini anlatiyor bize Amos Oz. Üzüm baglari ve meyveliklerle cevrili, artik tarimdan cok haftasonu gezginlerinden gecinen, geceleri cevre daglarda cakallarin uludugu, "herkesin herkesi tanidigi ama hic kimsenin kendini tanimadigi" bir köy burasi.

Rahat okunan, akici bir kitap "Geschichten aus Tel Ilan". Evde, bir kis günü koltuga kivrilip kahve esliginde, yolda, yolculukta, sahilde, cayirda cimende...:) Her yerde hayal edebiliyorum. Her yerde okunur. Bugüne dek okudugum Oz kitaplari arasinda kendisini Suddenly in the Depths of the Forest ile Der Dritte Zustand arasinda bir yere yerlestiriyorum. Verse auf Leben und Tod hala sonuncu sirada.

Her kitabinda oldugu gibi malum konuya da kiyisindan dokunuyor yazar. Örnegin köyün okulunda edebiyat ögretmenligi yapan dul Rachel'in yasli ve her seye öfkeli babasiyla, yanlarinda calisan Arap üniversite ögrencisi Adel arasindaki su diyalogda:

Bir ögrenci ha? Ne tür bir ögrencisin sen bakalim?
Adel sakince yanit verdi: Ruh bilimleri ögrencisi
Pessach Kedem dedi ki: Ruh bilimleri. Ama ne türden bir ruh? Cilgin bir ruh mu? Kötü bir ruh mu? Bir hayalet mi? Eger dedigin gibi ruhbilimleri okuyan bir ögrenciysen, kusura bakma ama, neden üniversitede degil de buradasin?
Okula kisa bir süre ara verdim.
Sizin hakkinizda bir kitap yazmaya calisiyorum.
Bizim hakkimizda mi?
Sizin hakkinizda ve bizim hakkimizda. Bir karsilastirma.
Bir karsilastirma. Ne tür bir karsilastirma? Bunda karsilastiracak ne var ki? Bizim soyguncular ve sizin de soyulanlar oldugunuzu kanitlamak icin bir karsilastirma mi? Bizim cirkin yüzümüzü göstermek icin mi? 
Yüzünüz o kadar da cirkin degil. Daha cok mutsuz.
Peki ya sizin yüzünüz? O da mutsuz degil mi? Sizin yüzünüz güzel mi? Kusursuz mu? Kutsal, saf ve temiz olanin yüzü mü?
Bizimki de mutsuz bir yüz.
Yani sizinle bizim aramizda hicbir fark yok mu? Eger öyleyse ne diye oturup bir karsilastirma yaziyorsun?
Aslinda kücük bir fark var.
Ne tür bir fark?
Adel özenle ütüledigi gömlegi katladi ve yatagin üzerine koydu, ütü masasinin üzerine baska bir gömlegi yaydi, ütülemeye baslamadan önce üzerine biraz su püskürttü. 
Bizim mutsuzlugumuz bizim yüzümüzden ve sizin yüzünüzden. Ama sizin mutsuzlugunuz ruhtan geliyor.
Ruhtan mi?
Ya da kalbinizden. Söylemesi zor. Mutsuzluk sizden geliyor. Icinizdeki en derin bir yerden.  

Kitapta anlatilan hikayelerin bir ortak özelligi de bir sonuca varmamasi, ilginc gelismelerin keskin bir sekilde kesintiye ugramasi. Yazarin diger kitaplarinda oldugu gibi bütün bu anlatilanlarin bir alegori oldugu ve arka planda baska bir sey söylemeye calistigi hissi yaratiyor.

Adel ve Pessach Kedem her gece evin altinda bir kazi yapildigini düsündüren sesler duyarken Rachel'in bunu duymamasi ve onlara inanmamasi ne anlama geliyor?

Köyün emlakcisinin o tuhaf labirent gibi evin karanlik, nemli bodrum katinda, evin eski sahibi ünlü yazarin kendisini neredeyse bastan cikarmis kizi tarafindan kilitlenip tek basina birakilmasi ne anlama geliyor?

Abraham ve Dafna Katz ciftinin ogullarinin kendisini anne babasinin yataginin altinda öldürmesi ve anne-babanin bundan habersizligi ne anlama geliyor?

Köyün doktoru Gili Steiner'in yegeniyle olan o tuhaf, gelgitli iliskisi ne anlama geliyor?

Yoksa bu anlattiklarim yavastan spoiler'e mi giriyor? :)

Kitabin en kisa zamanda Türkce'ye de cevrilmesi dilegimi iletip susayim ben öyleyse :)

8 Mayıs 2016 Pazar

Anneler Günü dahil



Sen olmasan örnegin Boba Fett'in Sarlacc'tan kurtuldugunu nereden bilecektim ? Sen olmasan örnegin evin icinde disaridakilerden daha güzel bahar dallari acabildigini nereden bilecektim? Sen olmasan Cim Dügme'yi, Sams'i, Haydut Hotzenplotz'u tanimamis, Afacan Besler'in bu kadar cok bölümünü okumamis, Richard'in o bizi bizden alan ananasli, ispanakli pizza kombinasyonunu kacirmis olacaktim. Etaminin arkasinda dümdüz ve temiz yollar yapmayi bilmiyor olacaktim. Beatles'in bu kadar cok sarkisini bilmiyor olacaktim. "Iyi ki sen..." demek icin her bahaneye varim. Anneler Günü dahil :)

sev/çek

Insana sürekli gercekle sevgi arasinda secim yapmak zorundaymis gibi geliyor. Öyle bir noktaya ulassak ki, ikisinin bir ve ayni sey oldugunu anlasak. Tercih yapmak zorunda olmadigimizi anlasak, neyi secersek secelim sev/çek oldugunu anlasak.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Zorba



Nikos Kazancakis
Zorba

Filmini seyretmeden kitabini okumayi basardiklarimdan :)  Kiyidaki barakada yapilan basit ama sölenlere layik yemekler, sepet sepet kuru incirler, portakallar, sohbete eslik etsin diye közde kizartilan kestaneler, sahte erdemlerle öldürdügümüz dullar, malini acgözlülükle yagmalamak icin ölmesini zor bekledigimiz madamlar, ikiyüzlülükle dibine dek kullandigimiz inanclar ve ortalarinda danseden Zorba ve tam biterken "iki keklik bir kayada ötüyor"...ah ne kadar da bizdik, ne kadar da bizdik...

Kücük bir alinti...Okumayanlara tadimlik, okumuslara animsatma niyetine...

"Bir citte egildi ve mevsimin ilk yabani nergislerinden  kopardi. Uzun uzadiya, sanki ilk kez nergis görüyormus gibi bakti onlara, gözünü kapatip kokusunu icine cekti, icini cekti ve bana uzatti. 

'Insan bi bilse' dedi ' taslar, cicekler, yagmur ne diyor! belki sesleniyorlar, belki bizi cagiriyorlar ve biz, biz hic dinlemiyoruz artik. Ayni bizim seslendigimiz ve onlarin bizi duymadigi gibi. Insanoglunun kulaklari ne zaman acilacak? Gözlerimiz ne zaman acilacak?  Her seyi kucaklayan; cicekleri, yagmuru, insanlari kucaklayan kollar ne zaman acilacak?'

Severek okudum. Bu kitapta da entellektüelin bunaltisi yoktu. Hayir,  cünkü entellektüelin Zorbasi vardi :)

Das Handbuch der Achtsamkeit und Güte


Das Handbuch der Achtsamkeit und Güte
Sharon Salzberg

Bu yazarin baska bir kitabi tavsiye edilmisti bana. Kütüphanede bunu bulunca bu kitapla baslamistim. Ama galiba zamani degildi. Ya cok erken geldi, yok gec kalmisti. Yine de not aldigim bazi sözler ve anekdotlar oldu. Sansimi diger kitabiyla deneyecegim.

Yavaşlığın Keşfi



Die Entdeckung der Langsamkeit
Sten Nadolny

Ilk kez ne sekilde okuma listeme girdigini animsamiyorum. Galiba kütüphanenin katalogunda Kundera'nin Yavaslik'ini ariyordum da öyle karsima cikmisti. Epey bir zamandir okunmayi bekliyordu, ancak sira geldi.

Kitabin konusu gercek bir yasam öyküsüne dayaniyor. Alman yazar Sten Nadolny, Kuzey kutbundan dünyanin öte tarafina deniz üzerinden bir gecit arayan Ingiliz kasif Sir John Franklin'in ilginc yasamini anlatiyor bize. Internetteki biyografilerinde hic bahsedilmese de, kitapta anlatildigina göre John Franklin biraz "yavas" biri cocuklugundan beri. Düsünürken, hareket ederken, konusurken, algilarken yavas. O yüzden denizcilige ve kasiflige uzak gibi görünse de, bir ögretmeninin kendisinde isik görmesiyle donanmaya katiliyor, yavasligini bir avantaja ceviriyor. Nadolny de bu maceradan bir yavaslik güzellemesi cikariyor bize. Ister tipik bir deniz-kesif macerasi, ister 18.-19. yy Ingiliz tarihi, ister yavaslik güzellemesi niyetine...Okunasi bence. Roman okumakla ilgili bir sorunum oldugunu saniyordum. Bu kitapla bir kez daha anladim ki, hayir roman okuma sorunum yok. Fakat entellektüelin bunalimini anlatan romanlarla bi sorunum var. John Franklin'in hic bunalimi yok örnegin. Bunalacak zamani yok cünkü. O yüzden gayet rahat okudum :)

Aklimda kalan bir kac sey... Franklin'in kendini bir daga benzetmesi. "Savas icin hepimiz cok yavasiz, Sir" cümlesi. "Yola ulasmak icin hedef önemlidir" cümlesi...

Yavasligin Kesfi adiyla Türkce'ye de cevrilmis.