26 Kasım 2025 Çarşamba
Kaleydeskop çorap
25 Kasım 2025 Salı
Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl
2019'un son aylarında Jose Saramago'nun 6-7 kitabını ardarda okuduktan sonra "Bal yiyen baldan bıkar" korkusuna kapılıp bir ara verme kararı almıştım. O ara işte bu kadar uzun sürdü. "Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl" yazarın ikinci kitabı. 1984'de yayımlanmış. Saramago henüz noktalama işaretlerini toptan çöpe atmamış, sadece diyalogları ardarda akan cümleler halinde yazıyor. Yeterince dikkatli bir okuyuşta hangi cümle hangi karaktere ait anlaşılır. Bir de henüz karakterlerine birer isim verme zahmetine girdiği dönem olmalı. Oteldeki bavul taşıyan çocuktan, gizli polis memuruna dek hemen herkesin bir adı var.Kitap bir Saramago klasiği olarak eşine bir ithaf ve bir kaç alıntı ile başlıyor. Hikaye 1935 yılının son günlerinde Brezilya'daki 16 yıllık gönüllü sürgününden Lizbon'a dönen doktor ve şair Ricardo Reis'in gemiden inip bir otele yerleşmesiyle açılıyor. Bir ay kadar önce, 30 Kasım'da, Portekiz edebiyatının önde gelen isimlerinden Fernando Pessao vefat etmiştir. Ricardo Reis'in dönüş sebebi budur. Reis gerçi iyice tarif edilmesine rağmen Pessao'nun mezarını bulamaz; fakat hayalet mi desek, iki dünya arasında kalakalmış mı desek, müteveffa Pessao tarafından ziyaret edilmeye başlar. Bu arada romanın birbirine adeta zıt konumlanmış iki karakteri Lidia ve Marcenda da Reis'in yaşamına girer. Sayın Saramago kitabın adında büyük spoiler'ı patlattığı için söylemekte sakınca yok; böylece 1936 yılının çeşitli olayları arkaplanda akarken Ricardo Reis'e ömrünün son aylarında eşlik ederiz.
Kitabı ortalama bir Türk okurdan bekleneceği üzere Portekiz edebiyatından ve tarihinden habersiz, internette sağımıza solumuza bakmadan, bu minval üzerine okuyup bitirmek mümkün. Saramago'nun dili hep olduğu gibi akıcı, yer yer ironik, insan kendini kaptırıp gidiyor. Böyle de anlamlı, böyle de lezzetli. Ben okumaktan büyük zevk aldım. Fakat roman aslında Jose Saramago'nun Fernando Pessao'nun anısına bir saygı duruşu. Pessao sadece Portekiz değil, dünya edebiyatında az rastlanan bir yöntemle kendi isminden başka en az üç ayrı isimle eser veriyor. Bunlara basitçe mahlas ya da takma ad denemez; çünkü her ada karşılık bir biyografi, bir karakter oluşturuyor (buna heteronim deniyormuş) ve her heteronim altında farklı bir tarzda yazıyor. Ricardo Reis bu heteronimlerden biri, yani Pessao'nun alter-egosu. Kitapta yer yer diğer heteronimlere ve Ricardo Reis biyografisine göndermeler var. Lidia ismi, Reis'in Pessao'dan bir yaş büyük olması, Pessao'nun açılmaya başlayan alnı ve kimbilir, benim herhalde farkedemediğim pek çok başka detay bu gerçek hikayeye gönderme. Saramago ayrıca Avrupa tarihinde kritik bir yıl olarak 1936'yı da tüm gerçekliği ile (gazete haberleri dahil) önümüze getiriyor. Portekiz'den İspanya'ya, İtalya'dan Almanya'ya adeta bir diktatörler resmi geçidi. Saf tarih okumayı sevmeyenler için bu dönemi ve bu coğrafyayı edebiyat sayesinde öğrenme fırsatı. Ricardo Reis'in tüm bu olup bitenler karşısındaki rolü bir tür pasif seyircilik. Bilinçli bir seçim mi, yoksa elden bir şey gelmediği için mi, çok belli değil. Kendi yaşamındaki pasifliği, eylemsizliği, seyirciliği de yer yer kızdırıyor okurken. Ricardo Reis Lizbon'a arkadaşı öldüğü için döndüğünü söylese de, Pessao ona şöyle diyor: "Sevgili Reis, devrimlerden kaçmak sizin kaderiniz, bin dokuz yüz on dokuzda başarısızlıkla sonuçlanan bir devrim yüzünden Brezilya'ya gittiniz ve şimdi gene büyük olasılıkla çuvallamış olan bir başka devrim yüzünden Brezilya'dan kaçıyorsunuz". Ve bir alıntı daha kahramanımızı daha iyi anlamak adına: "Ve iște Ricardo Reis, dünyanın seyircisi, sorun bilgelikse o da onda var, aldığı eğitim ve yaptığı seçimler nedeniyle dünyaya yabancı ve kayıtsız, titreyip duruyor altı üstü bir bulut geçti diye,..."
Saramago'ya bir kez daha sevgi ve saygılarımı sunuyor; dizinin dibinde hikayelerini dinlemeye bunca ara verdiğim için üzüntülerimi bildiriyor; kendisini "Körlük"e kısıtlayanları esefle kınıyorum.
12 Kasım 2025 Çarşamba
Burası Radyo Şarampol
"Ankara Mon Amour"u bu yıl okuyup sevmiştim. Diğer Şükran Yiğit kitaplarını da okuyacağımı sezmiştim. "Burası Radyo Şarampol"ü sanırım Bahar da önermişti. Gecikmeden okumak istedim. Şükran Yiğit'in 70lerde ve 80lerde çocuk/genç olmanın detaylarına bu derece hakim oluşuna bir kez daha hayranlık duydum. Bu kez hikaye 80lerin başında Antalya'da açılıyor. "Şarampol" sözcüğünü sevmem, benim çocukluğumda TRT haberlerinde çok duyulan bir sözcüktü ve kişisel tarihimde de kötü bir anıyla bağlantılıdır. Bu kitabı okurken farkettim artık gündelik yaşamımda hiç duymadığımı. Şarampol'ün Antalya'da bir cadde ve neredeyse bir semt adı olduğunu ise bu kitaptan öğrendim. Neyse ki, bir iki yaz tatilimi Antalya'da bir obada geçirdiğimden, "obada kalmak", " obaya dönmeyip geceyi evde geçirmek"le neyin kastedildiğini anladım. Bahçelerinde kendiliğinden portakal yetişen yıkık evler de tanıdıktı. Düğünlerde "Arım Balım Peteğim"i söyleyen Manolya Gürses'ler, toprağa gömülen kitaplar, yıkık bahçeli evlerin yerine dikilen apartmanlar, doğum günü partileri, radyoda veya toplama bir kasette bir şarkıyı ilk kez duymak, kimin söylediğini bazen aylar, bazen yıllar sonra öğrenmek ve karanfiller (ne çok karanfil vardı) ise herhalde şehirlerden bağımsız bir neslin Türkiye deneyimine dahildi. Elbette herkesin bir Mine Ablası ve bir Cengiz Abisi vardı. Ve tabii ki 12 Eylül. Kitap da 12 Eylül ile birlikte keskin bir viraj alıyor ve beklenmedik bir şekilde Antalya Şarampol'den Berlin Kreuzberg'e savruluyor. Ki orası da kültürel belleğimize dahil. Duvarın yıkılışına dek tüm hikaye ilginç, okuması keyifli. Şükran Yiğit "Ankara Mon Amour"da yaptığı gibi burada da, bir dönemin kültürel detaylarını, örneğin müziğini malumatfuruşluğa kaçmadan akıcı ve sade bir anlatının içine ince ince işleyebiliyor. 1990'dan sonraki kısımda, örneğin Chris'le ilgili hikayede ne yalan söyleyeyim, biraz sıkıldım. Anlatının ritmi düştü, biraz sündü gibi oldu. Bana kalsa kitap Berlin Duvar'ının yıkılışıyla da bitebilirdi. Fakat elbette yazar açısından devam etmesi gerekiyordu. Tüm kitabın ana eksenini oluşturan, hikayenin yaklaşık ortalarından itibaren olacağını tahmin ettiğimiz ve hatta her an olmasını beklediğimiz o "yeniden karşılaşma"ya kadar devam etmeliydi. Elbette "yeniden karşılaşma" suyunu sıkarcasına dramatik değildi. Filiz nasıl ki yeniden karşılaştığında Manolya Gürses'e tokasını geri vermedi, Ali'yle de bir karşılaşma bir karşılaşmadan ibaret kaldı. Ya da öyle gibi oldu. Öylesi iyi oldu, çünkü gerçek hayatta da çoğunlukla öyle olur.
Kitabı okurken sözü geçen şarkıları açıp dinlemedim. Dikkatimin dağılmasını istemedim. Şükran Yiğit ince fikirliliğinden, kitabın sonuna bir playlist eklemiş, onu şimdi, kitap bittikten sonra dinleyeceğim. "Arım Balım Peteğim"den girip, "Suzen"den çıkacağım :)
11 Kasım 2025 Salı
6 Kasım 2025 Perşembe
Babaların Günahları
Her yıl bu vakitler aklıma yeni bir okuma şekli geliyor. Edebiyatla dünya seyahati de, yoğun okuma ayları da hep Ekim-Kasım gibi aklıma gelmişti ve ben yeni yılı bekleyemeden hemen başlamıştım. Bu aydan itibaren de "Ayın..." okuma konseptine geçiyorum. "Ayın polisiyesi", "Ayın Bilimkurgusu" "Ayın Doğa Kitabı"...vb. Bu tür okuma hem yoğun okumadan kalan eksikleri tamamlayacak, hem de bana organizasyonel kolaylık sağlayacak. Haydi bakalım, bir de böyle deneyelim :)
Bu ayın polisiyesini okudum, bitti :) Bu yıl Buket Uzuner'in Defne Kaman serisindeki yazarlığını epey eleştirdim. Fakat okuyuculuğuna diyecek yok. Kitaplarında veya röportajlarında bahsettiği bir çok kitabı not etmiştim. Matthew Scudder serisi onlardan biriydi. Defne Kaman serisindeki komiser hep bu seriyi okuyordu. Bildiğim, bulduğum kadarıyla, Lawrence Block bu serinin ilk kitabını 1976'da yazmış: "Babaların Günahları". Tipik bir Amerikan polisiyesi. Yıkık bir polis emeklisi, gözümüze sokulan şiddet ve seks, bol illegalite, bol burbon, biraz sarhoşluk, biraz kahve. Çok büyük şaşkınlıklar yok. Kitabın adı başlı başına spoiler. Kitabın sonunu değil, ama gittiği yönü ele veriyor.
Zaten ben de polisiyeyi her zaman bilmecesi için değil, biraz da felsefesi için okuyorum. Suç, vicdan, iyilik ve kötülük üzerine, insan ruhunun en derin karanlıkları üzerine polisiyelerde yapılan felsefeye felsefe kitaplarında her zaman rastlanmıyor. Hem ben uygulamalı felsefeyi daha çok seviyorum. Buyurunuz "Babaların Günahları"ndan bir alıntı:
" İnsanların iyi bir nedenle yanlış bir şey yapmasının mı, yoksa kötü bir nedenle iyi bir şey yapmasının mı daha kötü olduğunu merak ettim. Bu ne ilk, ne de son merak edişimdi."
Siz ne dersiniz?
Ek olarak, insan 1976'da yazılsa da polisiyelerden yeni bir şeyler öğreniyor. Örneğin, bakınız, "kendine iyi bak"ın ABD'de garipsendiği bir dönem de varmış:
"İyi günler" dedi hosteslerden biri. "Kendinize dikkat edin." Dikkat edin. Bana öyle geliyor ki, insanlar bu deyimi yalnızca son bir iki yıldır söylüyor. Birdenbire herkes bunu söylemeye başladı, sanki bütün ülke birdenbire dünyamıza dikkat etmemiz gerektiğini fark etmiş gibi.
Felsefesi, bilgilendirmesi bir yana bu kitabı okurken bir sebepten oldukça eğlendim de. Hikaye Matthew Scudder'in ağzından anlatılıyor ve ifade tarzı bana Çağatay Koçyiğit'i anımsattı. Yalan Dünya'nın bir bölümde Çağatay Koçtuğ o borazan sesiyle Amerikan tarzı bir dedektifin ruh haline ve rolüne girer, onun ağzından konuşur. Scudder aynı o tarzda anlatıyordu:
"Cuma sabahı açık ve temizdi. Broadway'deki Olin'den bir otomobil kiraladım ve Batı Yolu'ndan şehir dışına çıktım. Otomobilim, dönüşlerde biraz şımartılması gereken utangaç bir Malibu Chevrolet'ydi. Ekonomik olduğunu düşünmüştüm.
Pelham ve Lorchmont'tan sonra Mamaroneck'e kadar New England otoyolunu kullandım, Exxon istasyonunda benzin dolduran çocuk Schuyler Bulvarı'nın nerede olduğunu bilmiyordu. İçeri girip sorunca patronu dışarı çıkarak yolu tarif etti. Patron, Carioca'yı da biliyordu ve on ikiyi yirmi beş geçe Malibu'yu restoranın önüne park etmiştim. Kokteyl salonuna girdim ve siyah formika barın vinil taburelerinden birine oturdum. İçinde duble burbon olan bir fincan koyu kahve istedim. Kahve acıydı, bir gece önceden kalmaydı. Başımı çevirip onu, yemek ve kokteyl salonları arasındaki kemerli girişte tereddütle dururken gördüğüm zaman fincanım hâlâ yarı doluydu."
Hi hi...:) Bir noktadan sonra kitabı Çağatay Koçuğ'un ses tonu ve vurgulaması yankılanarak okudum. Belki de Gülse Birsel somut olarak Scudder'a gönderme yapıyordu :) Sanırım bu serinin devam kitaplarını okurken de iç sesim Çağatay Koçtuğ olacak :)
Fark ettiyseniz, kitabın konusundan hiç bahsetmedim. Onu da kendiniz keşfedin artık.












