12 Kasım 2025 Çarşamba

Burası Radyo Şarampol

 


"Ankara Mon Amour"u bu yıl okuyup sevmiştim. Diğer Şükran Yiğit kitaplarını da okuyacağımı sezmiştim. "Burası Radyo Şarampol"ü sanırım Bahar da önermişti. Gecikmeden okumak istedim. Şükran Yiğit'in 70lerde ve 80lerde çocuk/genç olmanın detaylarına bu derece hakim oluşuna bir kez daha hayranlık duydum. Bu kez hikaye 80lerin başında Antalya'da açılıyor. "Şarampol" sözcüğünü sevmem, benim çocukluğumda TRT haberlerinde çok duyulan bir sözcüktü ve kişisel tarihimde de kötü bir anıyla bağlantılıdır. Bu kitabı okurken farkettim artık gündelik yaşamımda hiç duymadığımı. Şarampol'ün Antalya'da bir cadde ve neredeyse bir semt adı olduğunu ise bu kitaptan öğrendim. Neyse ki, bir iki yaz tatilimi Antalya'da bir obada geçirdiğimden, "obada kalmak", " obaya dönmeyip geceyi evde geçirmek"le neyin kastedildiğini anladım. Bahçelerinde kendiliğinden portakal yetişen yıkık evler de tanıdıktı. Düğünlerde "Arım Balım Peteğim"i söyleyen Manolya Gürses'ler, toprağa gömülen kitaplar, yıkık bahçeli evlerin yerine dikilen apartmanlar, doğum günü partileri, radyoda veya toplama bir kasette bir şarkıyı ilk kez duymak, kimin söylediğini bazen aylar, bazen yıllar sonra öğrenmek ve karanfiller (ne çok karanfil vardı) ise herhalde şehirlerden bağımsız bir neslin Türkiye deneyimine dahildi. Elbette herkesin bir Mine Ablası ve bir Cengiz Abisi vardı. Ve tabii ki 12 Eylül. Kitap da 12 Eylül ile birlikte keskin bir viraj alıyor ve beklenmedik bir şekilde Antalya Şarampol'den Berlin Kreuzberg'e savruluyor. Ki orası da kültürel belleğimize dahil. Duvarın yıkılışına dek tüm hikaye ilginç, okuması keyifli. Şükran Yiğit "Ankara Mon Amour"da yaptığı gibi burada da, bir dönemin kültürel detaylarını, örneğin müziğini malumatfuruşluğa kaçmadan akıcı ve sade bir anlatının içine ince ince işleyebiliyor. 1990'dan sonraki kısımda, örneğin Chris'le ilgili hikayede ne yalan söyleyeyim, biraz sıkıldım. Anlatının ritmi düştü, biraz sündü gibi oldu. Bana kalsa kitap Berlin Duvar'ının yıkılışıyla da bitebilirdi. Fakat elbette yazar açısından devam etmesi gerekiyordu. Tüm kitabın ana eksenini oluşturan, hikayenin yaklaşık ortalarından itibaren olacağını tahmin ettiğimiz ve hatta her an olmasını beklediğimiz o "yeniden karşılaşma"ya kadar devam etmeliydi. Elbette "yeniden karşılaşma" suyunu sıkarcasına dramatik değildi. Filiz nasıl ki yeniden karşılaştığında Manolya Gürses'e tokasını geri vermedi, Ali'yle de bir karşılaşma bir karşılaşmadan ibaret kaldı. Ya da öyle gibi oldu. Öylesi iyi oldu, çünkü gerçek hayatta da çoğunlukla öyle olur.
Kitabı okurken sözü geçen şarkıları açıp dinlemedim. Dikkatimin dağılmasını istemedim. Şükran Yiğit ince fikirliliğinden, kitabın sonuna bir playlist eklemiş, onu şimdi, kitap bittikten sonra dinleyeceğim. "Arım Balım Peteğim"den girip, "Suzen"den çıkacağım :)

11 Kasım 2025 Salı

 




Son biten 
68/2,5


%100 merino yün kullandım. Önde üç "cofee bean" dizisi.
 


Hem ipi sevdim, hem motifi...


İşten dönerken trende de ördüm. Yormayan, 
 tersine dinlendiren bir motif çünkü...

6 Kasım 2025 Perşembe

Babaların Günahları


 

Her yıl bu vakitler aklıma yeni bir okuma şekli geliyor. Edebiyatla dünya seyahati de, yoğun okuma ayları da hep Ekim-Kasım gibi aklıma gelmişti ve ben yeni yılı bekleyemeden hemen başlamıştım.  Bu aydan itibaren de "Ayın..." okuma konseptine geçiyorum. "Ayın polisiyesi", "Ayın Bilimkurgusu" "Ayın Doğa Kitabı"...vb. Bu tür okuma hem yoğun okumadan kalan eksikleri tamamlayacak, hem de bana organizasyonel kolaylık sağlayacak. Haydi bakalım, bir de böyle deneyelim :)

Bu ayın polisiyesini okudum, bitti :) Bu yıl Buket Uzuner'in Defne Kaman serisindeki yazarlığını epey eleştirdim. Fakat okuyuculuğuna diyecek yok. Kitaplarında veya röportajlarında bahsettiği bir çok kitabı not etmiştim. Matthew Scudder serisi onlardan biriydi. Defne Kaman serisindeki komiser hep bu seriyi okuyordu. Bildiğim, bulduğum kadarıyla, Lawrence Block bu serinin ilk kitabını 1976'da yazmış: "Babaların Günahları". Tipik bir Amerikan polisiyesi. Yıkık bir polis emeklisi, gözümüze sokulan şiddet ve seks, bol illegalite, bol burbon, biraz sarhoşluk, biraz kahve. Çok büyük şaşkınlıklar yok. Kitabın adı başlı başına spoiler. Kitabın sonunu değil, ama gittiği yönü ele veriyor. 

Zaten ben de polisiyeyi her zaman bilmecesi için değil, biraz da felsefesi için okuyorum. Suç, vicdan,  iyilik ve kötülük üzerine, insan ruhunun en derin karanlıkları üzerine polisiyelerde yapılan felsefeye felsefe kitaplarında her zaman rastlanmıyor. Hem ben uygulamalı felsefeyi daha çok seviyorum. Buyurunuz "Babaların Günahları"ndan bir alıntı: 

" İnsanların iyi bir nedenle yanlış bir şey yapmasının mı, yoksa kötü bir nedenle iyi bir şey yapmasının mı daha kötü olduğunu merak ettim. Bu ne ilk, ne de son merak edişimdi."

Siz ne dersiniz?

Ek olarak, insan 1976'da yazılsa da polisiyelerden yeni bir şeyler öğreniyor. Örneğin, bakınız, "kendine iyi bak"ın ABD'de garipsendiği bir dönem de varmış:

"İyi günler" dedi hosteslerden biri. "Kendinize dikkat edin." Dikkat edin. Bana öyle geliyor ki, insanlar bu deyimi yalnızca son bir iki yıldır söylüyor. Birdenbire herkes bunu söylemeye başladı, sanki bütün ülke birdenbire dünyamıza dikkat etmemiz gerektiğini fark etmiş gibi.

Felsefesi, bilgilendirmesi bir yana bu kitabı okurken bir sebepten oldukça eğlendim de. Hikaye Matthew Scudder'in ağzından anlatılıyor ve ifade tarzı bana Çağatay Koçyiğit'i anımsattı. Yalan Dünya'nın bir bölümde Çağatay Koçtuğ o borazan sesiyle Amerikan tarzı bir dedektifin ruh haline ve rolüne girer, onun ağzından konuşur. Scudder aynı o tarzda anlatıyordu: 

"Cuma sabahı açık ve temizdi. Broadway'deki Olin'den bir otomobil kiraladım ve Batı Yolu'ndan şehir dışına çıktım. Otomobilim, dönüşlerde biraz şımartılması gereken utangaç bir Malibu Chevrolet'ydi. Ekonomik olduğunu düşünmüştüm.

Pelham ve Lorchmont'tan sonra Mamaroneck'e kadar New England otoyolunu kullandım, Exxon istasyonunda benzin dolduran çocuk Schuyler Bulvarı'nın nerede olduğunu bilmiyordu. İçeri girip sorunca patronu dışarı çıkarak yolu tarif etti. Patron, Carioca'yı da biliyordu ve on ikiyi yirmi beş geçe Malibu'yu restoranın önüne park etmiştim. Kokteyl salonuna girdim ve siyah formika barın vinil taburelerinden birine oturdum. İçinde duble burbon olan bir fincan koyu kahve istedim. Kahve acıydı, bir gece önceden kalmaydı. Başımı çevirip onu, yemek ve kokteyl salonları arasındaki kemerli girişte tereddütle dururken gördüğüm zaman fincanım hâlâ yarı doluydu."

Hi hi...:) Bir noktadan sonra kitabı Çağatay Koçuğ'un ses tonu ve vurgulaması yankılanarak okudum. Belki de Gülse Birsel somut olarak Scudder'a gönderme yapıyordu :) Sanırım bu serinin devam kitaplarını okurken de iç sesim Çağatay Koçtuğ olacak :)

Fark ettiyseniz, kitabın konusundan hiç bahsetmedim. Onu da kendiniz keşfedin artık.

12 Ekim 2025 Pazar

Tek Adam - 1. Cilt



 Çocukken misafir odasındaki dolabın bir rafında duran kitapların adlarını sırasıyla okumak hoşuma giderdi: "Tek Adam, Tek Adam, Tek Adam, Suyu Arayan Adam, Nutuk I, Nutuk II"

Henüz okumayı yeni sökmüştüm ve bu kalın ciltlerin içine dalmayı düşünemiyordum bile. Arada bir, örneğin misafir odasının serin sessizliğine sığındığım sıkıcı yaz öğleden sonralarında, elime alıp dış kapaklarını incelerdim. Zamanla kapağını çevirip iç sayfalarına bakmaya, birer ikişer satır okumaya başladım. Hiç baştan sona okumamış olsam da Suyu Arayan Adam'ın ilk satırlarını bugün bile ezberden söyleyebilirim: "Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı, suyu bulamadı..."

Tek Adam'ın Atatürk'ün yaşam hikayesi olduğunu da biliyordum. İlkokul boyunca üç kez, sonrasında da bir kaç kez taşındık. Yukarıda saydığım kitaplar her yeni evin salonunda, aynı dolabın aynı raflarına yeniden yerleşti. Ben büyüdükçe Tek Adam'ı orasından burasından açıp okumaya başladım. Örneğin onun açılış cümlelerini de defalarca okumuşumdur:

 "Küçük anne, güzel bir anneydi. Çocuğunun doğumu yaklaşınca bütün genç anneler gibi: - Çocuğumun kız olmasını istiyorum, diyordu. Ama, içinden hep bir erkek çocuk bekliyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yüzlü bir oğlan..."

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın ıssız bir sınır boyundaki yaşamlarını, tüm hikayeye bir arkaplan olarak 19. yy'da Balkanlar'ın ruh ve atmosferi, tam bir yüzyıl sonra seksenlerin resmi ilkokul-ortaokul müfredatında okutulmuyordu elbette. Tüm bunları ben orasından burasından açıp okuduğum Tek Adam'dan öğrendim. Ortaokuldayken ilk cildi açıp en başından okumaya azmettim. Atatürk'ün Harbiye'ye gidişine dek okudum. Galiba sonrası  o zamanki entellektüel kapasitemi aşmıştı :))  Fakat Şevket Süreyya Aydemir'in akıcı, hoşuma giden, yer yer şiirsel, neredeyse epik anlatımını, bazen akıl yürütmelerini açıkça okuyucuyla paylaşmasını ("Şöyle şöyle olduğu nakledildiğine göre böyle olması gerektir") hep sevdim.  

Doksanların atmosferinde Şevket Süreyya Aydemir belki taraflı olduğu, fazla şevkli bir Atatürk taraftarı olduğu için biraz dudak bükülür olmuştu gibi anımsıyorum. Her şeye rağmen Tek Adam'ın tekrar tekrar basılmaya devam etmesi ne güzel. Toplumsal olarak ana babasını beğenmeyip her şeyini eleştiren ergenler gibi olduğumuz bir yaşımızdan geçtik. Sonra Hanya'yı ve Konya'yı biraz anladık. Şimdi sanırım toplum olarak hepimiz bir döneme taraflı da anlatılmış olsa, biraz mesafe alarak, biraz tarafsızlık gözlüğünü takarak bakabildiğimiz ve bir insana da bir yetişkinin bir yetişkine baktığı gibi bakabildiğimiz bir yaşa eriştik.  Tek Adam'ın son zamanlarda yeniden çok satması belki bundandır.

İlk kez birinci cildini baştan sona okudum. Çocukluğumun kimi cümlelerine tekrar rastlamak gözümü yaşarttı. Tek Adam'ın okumanın benim için Ankara'daki mütevazi memur evi atmosferinde yoğun güven duygulu çocukluğuma geri dönüş gibi kişisel bir yönü de var.  İlerleyen zamanda diğer ciltleriyle devam etmeyi düşünüyorum. 

6 Ekim 2025 Pazartesi

Eylül, deli kızın çorabı, gökler


 Son biten çorap... (68/2,5)

Bu çorabın adını "Eylül" koydum. Çünkü Eylül ayında çevrede gördüğüm renklerden ilham alarak ördüm. Görüldüğü gibi bu yıl gayet renkli geçti Eylül...



İçinde armut ağacının yaprakları, kızılcıklar, çakal erikleri, camgöbeği gökyüzü ve daha neler neler var...








Gökyüzünün de çoğulu yoktur, ne ilginç değil  mi? Yani "gökler" deriz, fakat "gökyüzleri" demeyiz. Neden "gökyüzleri" demeyiz ve daha da önemlisi neden "gökler" deriz? Aman deli deli fikirler... İnsan bu gökyüzüne, bu yapraklara, bu canım kızılcık ve çakal eriklerine baktıkça deli deli şeyler düşünüyor tabii ki... 

Ben bu blogun bir yerlerinde, böyle 10 yıl kadar önce bir çoraba heves etmiştim. Bulursam linkini buraya ekleyeyim. Böyle bir tür deli kızın çorabı... Ki o zamanlar ben dönerek örmeyi bile bilmiyorum. Bana kim bu çorabı örebilir diye sağa sola soruyordum. Bu çorap o deli kızın çorabına en yaklaştığım anlardan biri. 

İçine de bakmıştık, dur bir kez daha bakalım:


İpleri birinde temizledim, diğerinde daha temizlenecek. En sevdiğim,  en sakinleştiren işlerden biri. O yüzden bir delirme anına saklıyorum. Çorabın kimin olacağına gelince, henüz tam karar vermedim ama pek de kişisel detaylar var, bi de bakmışsın, kimseye vermemişim, benim olmuş ;)

5 Ekim 2025 Pazar

Dünyanın Hazineleri

 






Her mevsimde dünyanın başka hazineleri göze görünür oluyor. Bunlar Ekim ayında görünür olan hazineler. Özellikle ağaç dalların dikkat,  onları belki daha sonra yine konuşacağız.