Her yıl bu vakitler aklıma yeni bir okuma şekli geliyor. Edebiyatla dünya seyahati de, yoğun okuma ayları da hep Ekim-Kasım gibi aklıma gelmişti ve ben yeni yılı bekleyemeden hemen başlamıştım. Bu aydan itibaren de "Ayın..." okuma konseptine geçiyorum. "Ayın polisiyesi", "Ayın Bilimkurgusu" "Ayın Doğa Kitabı"...vb. Bu tür okuma hem yoğun okumadan kalan eksikleri tamamlayacak, hem de bana organizasyonel kolaylık sağlayacak. Haydi bakalım, bir de böyle deneyelim :)
Bu ayın polisiyesini okudum, bitti :) Bu yıl Buket Uzuner'in Defne Kaman serisindeki yazarlığını epey eleştirdim. Fakat okuyuculuğuna diyecek yok. Kitaplarında veya röportajlarında bahsettiği bir çok kitabı not etmiştim. Matthew Scudder serisi onlardan biriydi. Defne Kaman serisindeki komiser hep bu seriyi okuyordu. Bildiğim, bulduğum kadarıyla, Lawrence Block bu serinin ilk kitabını 1976'da yazmış: "Babaların Günahları". Tipik bir Amerikan polisiyesi. Yıkık bir polis emeklisi, gözümüze sokulan şiddet ve seks, bol illegalite, bol burbon, biraz sarhoşluk, biraz kahve. Çok büyük şaşkınlıklar yok. Kitabın adı başlı başına spoiler. Kitabın sonunu değil, ama gittiği yönü ele veriyor.
Zaten ben de polisiyeyi her zaman bilmecesi için değil, biraz da felsefesi için okuyorum. Suç, vicdan, iyilik ve kötülük üzerine, insan ruhunun en derin karanlıkları üzerine polisiyelerde yapılan felsefeye felsefe kitaplarında her zaman rastlanmıyor. Hem ben uygulamalı felsefeyi daha çok seviyorum. Buyurunuz "Babaların Günahları"ndan bir alıntı:
" İnsanların iyi bir nedenle yanlış bir şey yapmasının mı, yoksa kötü bir nedenle iyi bir şey yapmasının mı daha kötü olduğunu merak ettim. Bu ne ilk, ne de son merak edişimdi."
Siz ne dersiniz?
Ek olarak, insan 1976'da yazılsa da polisiyelerden yeni bir şeyler öğreniyor. Örneğin, bakınız, "kendine iyi bak"ın ABD'de garipsendiği bir dönem de varmış:
"İyi günler" dedi hosteslerden biri. "Kendinize dikkat edin." Dikkat edin. Bana öyle geliyor ki, insanlar bu deyimi yalnızca son bir iki yıldır söylüyor. Birdenbire herkes bunu söylemeye başladı, sanki bütün ülke birdenbire dünyamıza dikkat etmemiz gerektiğini fark etmiş gibi.
Felsefesi, bilgilendirmesi bir yana bu kitabı okurken bir sebepten oldukça eğlendim de. Hikaye Matthew Scudder'in ağzından anlatılıyor ve ifade tarzı bana Çağatay Koçyiğit'i anımsattı. Yalan Dünya'nın bir bölümde Çağatay Koçtuğ o borazan sesiyle Amerikan tarzı bir dedektifin ruh haline ve rolüne girer, onun ağzından konuşur. Scudder aynı o tarzda anlatıyordu:
"Cuma sabahı açık ve temizdi. Broadway'deki Olin'den bir otomobil kiraladım ve Batı Yolu'ndan şehir dışına çıktım. Otomobilim, dönüşlerde biraz şımartılması gereken utangaç bir Malibu Chevrolet'ydi. Ekonomik olduğunu düşünmüştüm.
Pelham ve Lorchmont'tan sonra Mamaroneck'e kadar New England otoyolunu kullandım, Exxon istasyonunda benzin dolduran çocuk Schuyler Bulvarı'nın nerede olduğunu bilmiyordu. İçeri girip sorunca patronu dışarı çıkarak yolu tarif etti. Patron, Carioca'yı da biliyordu ve on ikiyi yirmi beş geçe Malibu'yu restoranın önüne park etmiştim. Kokteyl salonuna girdim ve siyah formika barın vinil taburelerinden birine oturdum. İçinde duble burbon olan bir fincan koyu kahve istedim. Kahve acıydı, bir gece önceden kalmaydı. Başımı çevirip onu, yemek ve kokteyl salonları arasındaki kemerli girişte tereddütle dururken gördüğüm zaman fincanım hâlâ yarı doluydu."
Hi hi...:) Bir noktadan sonra kitabı Çağatay Koçuğ'un ses tonu ve vurgulaması yankılanarak okudum. Belki de Gülse Birsel somut olarak Scudder'a gönderme yapıyordu :) Sanırım bu serinin devam kitaplarını okurken de iç sesim Çağatay Koçtuğ olacak :)
Fark ettiyseniz, kitabın konusundan hiç bahsetmedim. Onu da kendiniz keşfedin artık.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder